Daktilo1984 · 30 Nisan 2025

Stefan Zweig 1. Bölüm | Korgün Koral & Burak Bilgehan Özpek| İki Savaş Bir Yazar #2

  • 0:24 Merhaba, Taktilo 1984'e hoş geldiniz. Bildiğiniz üzere, bir süredir iki dünya savaşı arası dönemdeki Avrupa edebiyatını ele alıyoruz ve Korgün Koral'la birlikte her hafta bir yazar üzerine odaklanıyoruz. Onun hayatını, eserlerini ve felsefesini inceliyoruz ve tartışıyoruz. Geçtiğimiz hafta George Orwell ile başlamıştık, bu hafta da Stephen Zweig ile devam ediyoruz. Orgün abi, hoş geldiniz.

    Merhabalar. Yine ilginç bir yazar ve üzerinde çok konuşulacak birçok kitabı var. İsterseniz başlayalım. Siz bizim için epey hazırlandınız, onu biliyorum. Bir de sunuş hazırlamışsınız; öncelikle biraz Zweig'ı tanıyalım. Zweig hakkında bizimle ne paylaşacaksınız? Onları dinleyelim, sonra konuşuruz.

    Tamamdır. Teşekkür ederim. Burak hocam, benim çok önceden tanıma şansım olan bir yazardı. Ondan biraz bahsedeceğiz. Ben biliyorsunuz, Amerika'da yaşıyorum; burada Amerika'da pek tanınmayan bir yazar Zweig. Hatta Amazon'dan kitap ısmarladığınızda, Zweig yazdığınızda, Zwieg ilk sırada bile çıkmaz. Tekrar kontrol ettim bu yayına başlamadan önce. Hatta şöyle küçücük bir şey anlatayım: benim çok tatlı bir komşum var, karşı komşum, sokağın karşısında oturan 90 yaşlarında çok okuyan bir kadın. Nancy, benden arada kitap tavsiyesi ister. Kitap da veririm, kitaplıktan. Zwig'i al dedim, Zwig'i oku dedim. Yanlış kitabı ısmarladı çünkü Stefan Zweig listede çıkmayan bir yazar. Ondan sonra düzelttik, eee sonra beğendi.

    Şöyle birkaç tane slayt göstereyim. Bu zaten dinleyicilerin bir kısmı bu slaytları hemen tanıyacaklar. Bu ünlü bir filmden bir sahne. Şöyle açılıyor film: bir genç kız, Doğu Avrupa'nın en doğusundaki bir ülke gibi tanımlanan hayali bir ülkede bir parkta. Aslında seçimler de çok yerine. Çünkü yazarımız tam bir Avrupalı. Yani neredeyse milliyetsiz bir Avrupalı diyebiliriz herhalde. Film, Spike için şöyle açılıyor; bir yazarın büstünün önüne gidiyor ve kitap okumaya başlıyor.

    Bir sonraki slaytta da herhalde görürüz. Bu da gerçek Zweig'a çok benzeyen bir büst; gerçekten neredeyse aynısı yapılmış. Film boyunca kızımız "Grand Budapest Hotel" isimli romanı okuyor ve film öyle çok tatlı bir film. En sonunda afişini de şuraya koydum. Wes Anderson, "Amerikan filmi" diyor bunun için. En sonunda da şöyle bir not var: "Stefan Zweig'ın yazılarından esinlenilerek yapıldı bu film." Doğru, aslında bu ama hiçbir romanına ya da novellasına doğrudan bağlanabilecek bir film değil bu. Ancak, romanın havasını çok iyi veren bir film. Belki tekrar seyretmek isteyenler olabilir. Tam 2014'te çıktı bu film ve ben radyoda filmle ilgili şeyler dinlerken, eee, yayınlar dinlerken, eee, bir de röportaja tesadüf ettim. Amerika'nın kültür sanat yayınlarının yapıldığı radyosunda, NPR'da bir yazarla konuşuluyordu; ProNx isimli bir yazar. Yazarla röportajı yapan kişi, o kadar Zweig'ın bilinmediğinden emindi ki sonunda ismini kodlattı. Zweig'ı belki okumak isteyenler olabilir diye o kadar az tanınmaktan dem vurdu.

  • 2:15 Gerçekten çok, neredeyse aynısı yapılmış. Film boyunca Kızcağız, "Grand Budapest Hotel" isimli romanı okuyor ve film öyle tatlı bir film. En sonunda, afişini de şuraya koydum. Wes Anderson, bunun için “ampirik bir Amerikan filmi” diyor. Ayrıca, Stefan Zweig'ın yazılarından esinlenilerek yapıldığını da belirtiyor. Bu doğru aslında, ama hiçbir romanına ya da novellasına doğrudan bağlanabilecek bir film değil bu. Fakat "The" havasını çok iyi veren bir film. Belki tekrar seyretmek isteyenler olabilir.

    Bu film 2014'te çıktı. Radyoda filmle ilgili yayınlar dinlerken bir röportaja tesadüf ettim. Amerika'da N kültür sanat yayınlarının yapıldığı radyoda, NPR'da, ProNx isimli bir yazarla konuşuluyordu. Röportajı yapan insan, Spike'ın bilinmediğinden o kadar emindi ki sonunda ismini kodlattı. Spike'ı belki okumak isteyenler olabilir diye, o kadar az tanınan bir yazar idi 2014 civarında Amerika’da. Avrupa’da bu kadar ünlü olan, zamanın en çok satan yazarı. Yani, ikincisi olmayabilir. Güney Amerika'da, o dönemde tam bir yıldızdı. Türkiye'de de sanıyorum 70 yıl sonra telif hakkı kalktığı için eserlerinin telifsiz basılma imkanı var. Bu yüzden Türkiye’de son 10-15 yılda çok sayıda novellası ve eseri basıldı.

    Ben de o dönemde, 2017-2018 civarında, novellalarından oluşan bir kitap aldım. Bunların her biri Türkçede ayrı bir şey olarak basıldı. Ayrı bir kitap olarak basılmış oldu. Bunları aynı kitapta toplamışlar, değil mi? Evet. Evet. Burada hepsi bir kitapta. Ve zaten kendisi öyle diyor; bunlar roman değil, novella yani kısa roman. 80 sayfalık, 100 sayfalık, 50 sayfalık, uzun hikaye, kısa roman denebilecek eserleri var. Tek bir romanı var basılmış. Bu benim için büyük bir şans belki de. Ben, tek romanını yani "Merhamet" isimli romanı okuduğum ilk eseri olarak okumuştum. Bizim evimizde vardı. Ben büyürken hep, belki sizin de başınıza gelmiştir, çocukken hep bir roman görürsünüz kitaplıkta ve hiç eliniz gitmez. Sonra bir şekilde bir yaşa gelince ya da olgunluğa gelince okursunuz. O zaman insan düşünür, "Ya ben bunu niye daha önce okumadım?" diye.

    Bunu fakültenin 1. sınıfında çok iyi hatırlıyorum. Şubat tatilinde okumuştum "Merhamet"i ve çeviri de önemli. Benim okuduğum çeviri sanıyorum bu Altı Kitaplar'dandı ve Burhan Arpat'ın bir çevirisi olmalı. H. Yar Merka falan çok çeviren birisi. Almancaya çok hakim ve çok da başarılı bir çeviriymiş. Sonra İngilizcesini okuyunca, çevirinin ne kadar iyi olduğunu daha iyi anladım.

    "Merhamet"i okuyup, Ronarpat ismini seçtiğini gördüm. Daha sonra, sanıyorum lisedeyken, aynı kitabı "Acımak" olarak da görmeye başladım. "Acımak" ve "Merhamet" aslında farklı kavramlar. Onu okurken düşünüyor insan. Çünkü "acımak", acıyorsunuz. Yapacak bir şey yok.

  • 4:20 Bu merhamet isimli roman, bizim evimizde vardı. Ben büyürken, hep belki sizin de başınıza gelmiştir, böyle çocukken bir roman görürsünüz kitaplıkta; hiç eliniz gitmez. Sonra bir şekilde bir yaşa gelince ya da olgunluğa gelince okursunuz ve "Ya ben bunu niye daha önce okumadım?" diye düşünürsünüz.

    Ben bunu, fakültenin 1. sınıfında çok iyi hatırlıyorum. Şubat tatilinde merhamet'i okumuştum ve çeviri de önemli bence. Benim okuduğum çeviri, sanıyorum ki bu Altı Kitaplar'dandı ve Burhan Arpat'ın bir çevirisi olmalı. Almancaya çok hakim bir isim olan Burhan Arpat, çok da başarılı bir çeviri yapmış. Sonra İngilizcesini okuyunca çevirinin ne kadar iyi olduğunu daha iyi anladım. Merhamet ismini de Burhan Arpat seçmiş.

    Daha sonra, sanıyorum lisedeyken, bu kitabı "Acımak" ismiyle görmeye başladım. Acımak ve merhamet aslında farklı kavramlar. Onu da okurken düşünüyor insan. Çünkü acımak, acıyorsunuz; yapacak bir şey yok ama merhamette belki bir eylem planı olabilir diye düşünmüştüm okurken.

    30 yıl sonra tekrar okudum merhamet’i. Roman aynı roman ama ben arada çok değiştiğim için çok farklı lezzetler oldu. İngilizcesi, "Biber Pitt" diye bir kitap. Daha çok merhamet ve acımak şeyleri var ama Almancası bunu nispeten yakın zamanda öğrendim. Almancası "Unled her". Tam Türkçesi "Kalbin Sabırsızlığı" diye çevrilebilir. Türkçe Can Yayınları, sabırsızlık diye çevirmiş. Buradan merhamete nasıl geçiyoruz? Aslında biraz şaibeyle ama sanıyorum merhamet, kalbin sabırsızlığından daha uygun bir isim Zwick'in bu büyük romanı için.

    Bir de şunu söylemem lazım, bu da Zwick'ın son eserlerinden biri; son yayıncısına gönderdiği son eser. Satranç. Almancası "Şahnelle", İngilizcesi "Royal Game" olarak çevrilmiş. Bu kitap, The Weg'ın o ruh halini çok yanıltan bir kitap. Kitabı uzun uzun anlatmayacağım; okuyacaklarım çoktur. Avrupa’yı bir şekilde terk etmek zorunda kalan ve o sırada muhtemelen Gestapo tarafından sorgulanan bir adamın başından geçenleri anlatıyor. Bu tamamen kendi hayatı.

    Zwick aslında eserlerinde çoğu zaman kendisinden çok bahsetmeyen bir adam. En çok kendisine yaklaşan karakterlerden biri, bu Satranç'taki ana karakterdir ve tam o dönemi anlatan bir karakter. Toplama kampları nasıl? Orada insanlar nasıl zaman geçirirler? Akıllarını nasıl kaçırmazlar? Toplama kamplarıyla ilgili belki sonra konuşuruz; böyle hafif düşüncelerinin oluştuğu bir şey.

    Ben The Wagen çok sevdiğim için biyografisini merak etmiştim. Nasıl öldü, nerede doğdu? Tabii birazdan şundan bahsedeceğiz. The Weg’ın büyük eseri "Dünün Dünyası" aslında bir otobiyografik eser. Yine ölmeden nispeten kısa zaman önce yazdığı bir kitap. Tam onu okurken düşünüyorsunuz; bu adam ne oldu? Ondan sonra bu romanı yazdıktan, bu eseri yazdıktan sonra ne olduğu düşünülüyor. Zwick'ın 1941’de intihar ettiğini okumuştum ve hep şöyle derler Zwick ile ilgili olarak. İşte...

  • 6:09 Kalan ve o sırada, muhtemelen Gestapo tarafından sorgulanan bir adamın başından geçenleri alıyor. Tamamen kendi hayatı. O Zik, aslında eserlerinde çoğu zaman kendisinden çok bahsetmeyen bir adam. En çok kendisine yaklaşan karakterlerden biri, "Satranç"taki ana karakter; o dönemi anlatan bir karakter.

    Peki, toplama kampları nasıldır? Orada insanlar nasıl zaman geçirirler? Akıllarını nasıl kaçırmazlar? Toplama kamplarıyla ilgili belki sonra konuşuruz. Böyle hafif düşüncelerinin oluştuğu bir şey. Sonra, ben "The Wagen"ı çok sevdiğim için biyografisini merak etmiştim. Nasıl öldü, nerede doğdu? Tabii, birazdan şundan bahsedeceğiz. "The Wagen"ın büyük eseri "Dünün Dünyası" aslında otobiyografik bir eser. Yine ölmeden nispeten kısa bir süre önce yazdığı bir kitap. Bunu okurken düşünüyorsun; bu adam ne oldu? Ondan sonra bu romanı yazdıktan, bu eseri yazdıktan sonra ne oldu?

    Zwi'ın 1941'de intihar ettiğini okumuştum ve hep şöyle diyorlar Zwi ile ilgili olarak: "Dünya Savaşı sırasında Brezilya'ya sürgüne gitti ve orada bir buralama girerek intihar etti." Bunu çok erken, hatta belki 2020'de öğrenmiş olabilirim. Bunu düşünelim, okuyalım. Daha sonra, Zwi'ın intihar notu Portekizce başlıyor. Burada "deklarasyo" diye bir şey söylüyor; yani bulunduğu zaman avukatına verilmesi için muhtemelen. Daha sonra Almanca yazdığı tek sayfalık bir intihar notu var.

    Şurada da müsaadenizle son bölümünü, son paragrafını okuyacağım. Bence önemli. Sonradan döneceğiz buraya da. Şöyle diyor Zwi: "Bir insan 60 yaşından sonra tamamıyla yeni bir başlangıç yapmak için sıra dışı güçlere ihtiyaç duyar. Sahip olduğum kuvvet, uzun yıllar boyunca efsisiz dolaşmaktan tükendi. Bu yüzden entelektüel emeğin en safiyane mutluluk ve kişisel özgürlüğün en değerli varlık olduğu bir hayatı fazla gecikmeden ve ayakta durabilirken sonlandırmanın daha iyi olduğunu düşünüyorum. Bütün dostlarımı selamlıyorum. Uzun geceden sonra şafağı görmek nasip olsun onlara."

    Ben çok sabırsızca önden gidiyorum. Bence çok olağanüstü bir not. Okurken etkilendim. Hatta, arkadaşlarımla paylaştığımda hatırlıyorum, bu şah "Satranç" romanını beraber okuduğum arkadaşlarım vardı. Küçük bir yazı yazmıştım onunla ilgili. Onu bitirirken bunu paylaşmıştım. Daha sonra burada dikkat ederseniz, bu intihar notu ve bulunmuş olması da önemli. Fakat burada hiç söz edilmeyen birisi var intihar notunda ve yazdıklarında. Zwi, tek başına intihar etmiyor; yanında eşi de var. Lotte, öldüğü zaman 60 yaşındaydı. Şimdi bundan bahsedeceğiz. Biraz Lotte'den bahsedeceğiz.

    Ben de geçen sene bu Orta Avrupa yazarlarına ve o döneme meraklı olduğum için bir Körstler biyografisi okudum. Bunu belki ileride konuşuruz. Örk hocam, çok enteresan bir entelektüel. Okuduğum en iyi biyografilerdendi bu. Michael Scamm'dan zaten uygun kazanmış bir biyografi. Or'in de iyi arkadaşıdır Körstler bu arada. Körstler’in hayatının sonunda ise kanser oluyor.

  • 8:10 NRA, şafağı görmek nasip olsun onlara. Ben çok sabırsızım, önden gidiyorum. Bence çok olağanüstü bir internet. Etkilenmiştim okurken. Hatta arkadaşlarımla paylaştığımda hatırlıyorum, bu şah satranç romanını beraber okuduğum arkadaşlarım vardı. Küçük bir yazı yazmıştım onunla ilgili. Onu bitirirken bunu paylaşmıştım.

    Daha sonra burada dikkat ederseniz, bu intihar notu ve bu da bulunuluşu. Fakat burada hiç söz edilmeyen birisi var intihar notunda ve yazdıklarında. Tek başına intihar etmiyor. Yanında eşi de var. Lotte öldüğünde 60 yaşındaydı. Şimdi bundan bahsedeceğiz; biraz Lotte’den bahsedeceğiz.

    Ben bir de geçen sene bu Orta Avrupa yazarlarına ve o döneme meraklı olunca Kösler'den de belki ileride konuşuruz. Örk hocam, çok enteresan bir entelektüel. Kösler biyografisi okudum. Okuduğum en iyi biyograflardan biri olabilir bu. Michael Scam zaten uygun kazanmış bir biyografi. Or’in de iyi arkadaşıdır Kösler; bunu da söyleyeyim.

    Kösler’in hayatının sonunda şöyle bir şey oluyor: Kanser oluyor, lösemi, kronik lösemi hastalığına yakalanıyor ve öleceğinin farkında. Kösler’in o sırada eşi Sint isimli bir kadın. Kösler 80 yaşlarında, Sint ise 55 yaş civarında. Sint, iyileşemeyeceğinin artık farkına varınca intihar ediyor; fakat eşiyle beraber intihar ediyor. Beraber intihar ediyorlar. Sint’in bilinen bir hastalığı yok. Bir barbitürat içerek intihar ediyorlar.

    Ben bundan çok etkilendiğimi itiraf edeyim. 80 yaşında, hayatının sonunda hasta bir insan intihar ederken neden kendisine göre çok daha genç eşini de muhtemelen etkileyebildi? Çünkü bunlar entelektüel olarak üstün insanlar. Yani kolayca insanları etkileyebilecek kişiler. Eşini acaba neden ve nasıl ikna etti? Niye, eee, intihara beraber gelmesini sağladı? diye düşünmüştüm.

    Ve onun üzerine Zwiik’ı da düşünmeye başladım aynı anda. "Ya dedim, Zwiik de aynı şeyi yaptı." Zwiik 60 yaşında ölüyor. Öldüğü sırada eşinin yaşı 36, bilinen tek hastalığı astım. Çok büyük bir yaş farkı var aralarında ve entelektüel dediğim büyüğü Zwiik. O gözle Zwiik’i tekrar okumaya başladım.

    Zwiik’in en son yazdığı kitap aslında bir otobiyografi ama kendisinden çok çok az bahsettiği, kendi hayatından özellikle bahsettiği bir otobiyografi. Çok az anlattığı bir eser; Dünün Dünyası ismiyle başlıyor. İlk kullandığı başlık, "Üç Hayatım" aslında böyle başlıyor. "Üç hayatım"da birazdan konuşacağız, niye öyle bölüyor hayatını diye. Bu Can Yayınları'nın kitabını okumuştum ben yine üniversitedeyken. Herhalde 30 yıl rahat geçti.

    Tabii, tabii; çoktan 30 yılı geçti. Daha sonra ben bir başka şey için hazırlanırken bulamadım. Olamayacağımı bildiğim için İngilizcesini aldım. İngilizcesi, ilginç bir şekilde, şurada en sağda. Yani küreselleşmenin geldiği noktayı göstermesi açısından ilginç bir örnek. Kitap Türkiye'de basılmıştı. Benim Amazon'dan aldığım kitap Türkiye'de basılmıştı ve Öteki Adam Yayınları basmış. Ben biraz şeyimdir; yani mesleki deformasyon, çok bakarım, yani bir hata var mı? E şeyde, kitapta, yani sıfır hatalı bir kitap. Çok güzel.

  • 9:57 Zwiik. O gözle, The Zwiig'ı tekrar okumaya başladım. Zwi'ın en son yazdığı kitap aslında bir otobiyografi ama kendisinden çok çok az bahsettiği, kendi hayatından özellikle bahsettiği bir otobiyografi. Çok az anlattığı bir kendisi, "Dünün Dünyası" ismiyle başlıyor. İlk kullandığı başlık "Üç Hayatım," aslında öyle başlıyor. "Üç hayatımda birazdan konuşacağız. Niye öyle bölüyor hayatını?" diye.

    Bu, Can Yayınları'nın kitabıydı. Ben yine üniversitedeyken okumuştum. Herhalde 30 yıl rahat geçti. Tabii tabii, çoktan 30 yılı geçti. Daha sonra ben bir başka şey için hazırlanırken bulamadım. Olamayacağımı bildiğim için İngilizcesini aldım. İngilizcesi, ilginç şekilde şurada en sağda, yani globalleşmenin geldiği noktayı göstermesi açısından ilginç bir örnek. Kitap Türkiye'de basılmıştı. Benim Amazon'dan aldığım kitap, Türkiye'de basılmıştı ve Öteki Adam Yayınları tarafından basılmış. Ben biraz mesleki deformasyonla çok bakarım, yani bir hata var mı? Evet, kitapta yani sıfır hatalı bir kitap. Çok güzel basılmış. Tebrik ediyorum buradan da Öteki Adam Yayınları'nı, bilmiyorum kim arkasında ama çok dikkatli basılmış bir kitap.

    Tek sıkıntı, İngilizceye çeviren insan, Zwiik’ın arkadaşlarından, yayıncısı daha doğrusu Zwiik’ın arkadaşı, kötü bir çeviri yapmış. Zaten o eleştiri de almış. Artık uğraşmadım ondan çünkü başka çeviriler de çıkmış, yenisini okumadım ondan sonra. Fakat kitabı okumak için okuma kılavuzlarına ihtiyacı var. Çünkü Zwiik, dediğim gibi, nispeten ketun bir anlatıcı. Çok seçerek anlatıyor. Bir iki örnek vereceğim onlarla ilgili olarak. Zwiik anlattığı olayları biraz da dikkatle değerlendirmek lazım. Bazı şeyleri hafif değiştiriyor da. O yüzden şu kitabın adı çok geçiyordu. Bu, Zwiik'ın ilk eşinin yazdığı bir biyografi. Frederick Zwiik'ın yazdığı "Zik Evli Olmak" isimli bir kitap. Tabii ki içeriden yazılmış bir kitap.

    Ve şöyle bir avantajı var Frederika’nın: Tabii bunun en önemli diğer iki kahramanın hayatta olmayıp cevap verememek gibi bir durumları var. O yüzden rahat rahat, hem işte fan hem de ikinci eşiyle ilgili olarak görüşlerini paylaşabiliyor herkesle. Ama kardeşi çok kızgın. Zwiik'ın kardeşi, bu biyografi nedeniyle çok da uzun yaşıyor aslında. Frederik 90 yaşında, hatırladığım kadarıyla.

    Bu radyoda ilk dinlediğim söyleşi buydu. ProNK isimli bir Amerikalı yazarın ve kökeni Viyana'da olan bir ailenin çocuğu. Kendi hikayesini de birazdan anlatıyor. Çünkü büyükbabası, tam Zwiik’ın kaçtığı dönemde, ailesiyle beraber Viyana'dan kaçmış. Neredeyse aynı zamanlarda, yani birkaç ay içinde yakın zamanda kaçmışlar. O yüzden başarılı.

    Ama bence esas tamamlayıcı kitap şuydu: Bu, Matu Şek isimli bir yazarın kitabı. Alman bir ya da Avusturyalı, emin değilim, ikisinden biri ama Almanca yazılmış bir kitap. İngilizce çevirisini okudum. Matuşek'in özelliği şu: Matuşek aslında bir küratör, bir müze için küratör. Çünkü 2000’lerin başında bir Zwiik müzesi açılmış. O Zwiik müzesi için çok eser toplamışlar; hem el yazmaları, hem romanları, eşyaları ve çok sayıda mektubu.

  • 11:43 İşte, Fan hem de ikinci eşiyle ilgili olarak görüşlerini paylaşabiliyor herkesle. Ancak kardeşi çok kızgın. Sike'ın kardeşi çok kızgın. Bu biyografi nedeniyle Frederik aslında 90 yaşında ve uzun bir yaşam sürdürüyor. Fredy hatırladığım kadarıyla, bu radyoda ilk dinlediğim söyleşi buydu. ProNK isimli bir Amerikalı yazarın ve kökeni Viyana'da olan bir ailenin çocuğu, kendi hikayesini de birazdan anlatıyor. Çünkü büyükbabası, tam Zigg'ın kaçtığı dönemde, ailesiyle beraber Viyana'dan kaçmış. Neredeyse aynı zamanlarda, yani birkaç ay içerisinde, yakın zamanda kaçmışlar. O yüzden başarılı.

    Ama bence esas tamamlayıcı kitap şu. Bu, Matu Şek isimli bir yazarın kitabı. Alman bir yazar mı yoksa Avusturyalı mı emin değilim; ikisinden biri ama Almanca yazılmış bir kitap. İngilizce çevirisini okudum. Matuşek'in özelliği şu: Matuşek aslında bir küratör, bir müze için çalışıyor. Çünkü 2000'lerin başında bir Zivik müzesi açılmış. O Zwiike müzesi için çok eser toplamışlar; hem el yazmaları, hem romanlar, hem de eşyalar ve tabii ki birçok mektup var. O yüzden bu konularda çok hakim. Proje hakkında daha fazla bilgi sahibi olduğunu söylemem lazım.

    Bu yayın boyunca da her üçünden de, ve tabii dün dünyasından yararlanarak biyografisinden ben daha çok bahsettiğimi düşünüyorum. Burak hocam, en sonunda da ölümüne ve ölümüne nasıl geldiğine dair biraz hani bir cinayet sırrı gibi şey var, belki onu da çözümlemeye çalışırız beraber diyerek ben artık burada susayım.

    Bu da Zvike'ın gençliğinden bir fotoğraf. Benim tecrübelerim de aslında benzer. Ben de üniversitede okudum. İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar diye bir kitabı var. Evet, orada evrensel bir insan kavramı var Zbayg'ın kafasında. Yani, milliyetsiz, vatansız ve başarıları bütün insanlığa mal olan, bütün insanlığın, insanlık ailesinin ortak malı olan işte besteler yapan, romanlar yazan ya da icatlar yapan insanlardan bahsediyor.

    Ve bu, bir insanlık başarısı. Baktığınızda insanları birbirine karşı yapay kimlikler üzerinden kışkırtmak ya da onları o şekilde tanımlamak yerine, bir insanlık ailesi var. Bu ailenin bireyleri olarak bazı dönemlerde bazı insanların yıldızı parlıyor. Mesela, Dostoevski'nin tam öldürülecekken af kararının kendisine bildirilmesi veya Fransız Milli Marşı’nı yazan, aslında hiçbir müzikal başarısı olmayan bestecinin bir gece ilham alıp o Marseylia Marşı’nı bize armağan etmesi gibi olaylar.

    İşte telgrafın bulunuşu gibi şeyler; bunlar insanlığın ortak başarıları ve aslında baktığınız zaman, çok etkileyici bir durum. Yani bir insanın büyük bir tutkuyla, büyük bir ilhamla yapabilecek binlerce başka iş varken, kendisini büyük bir adanmışlıkla belli bir işe vakfetmesi ve oradan bir başarı hikayesi çıkartması çok önemli. Ve bunu sahiplenmek de önemli bir mesele. Yani o kitap, o açıdan beni çok etkilemişti.

    Tabii daha sonra novellalarını ben de okudum. Novella işi biraz şöyle; hani dediğiniz gibi, o telif yasası nedeniyle ZVİG'ın kitaplarının basılmasını daha maliyetli hale getiriyor.

  • 13:40 Kimlikler üzerinden kışkırtmak veya onları o şekilde tanımlamak yerine, aslında bir insanlık ailesi var. Bu ailenin bireyleri olarak, bazı dönemlerde bazı insanların yıldızı parlıyor. Mesela, Dostoevski’nin tam öldürülecekken af kararının kendisine bildirilmesi veya Fransız Milli Marşı’nı yazan, aslında hiçbir müzikal başarısı olmayan bestekârın bir gece ilham alıp o Marsilya Marşı’nı bize armağan etmesi gibi örnekler. İşte, telgrafın bulunuşu gibi bu tip şeyler, insanlığın ortak başarılarıdır ve aslında baktığınız zaman çok etkileyici bir şey. Bir insanın büyük bir tutkuyla, büyük bir ilhamla yapabilecek binlerce başka iş varken, kendisini büyük bir adanmışlıkla belli bir işe vakfetmesi ve oradan bir başarı hikâyesi çıkartması çok önemli bir şeydir; bunu sahiplenmek de önemlidir. O kitap beni bu açıdan çok yakalamıştı.

    Tabii daha sonra novellaları ben de okudum. Yani novella işi biraz şöyle; hani dediğiniz gibi, o telif yasası ZvIG’ın kitaplarının basılmasını daha maliyetli hale getirdikçe Türkiye’de daha çok basıldı. O da yayınları basmıştı yanılmıyorsam. Ben oradaki kitapları okumuştum, ama çevirileri pek beğenmemiştim doğrusu. Çevirileri beğenmediğimi daha sonra iyi çevrilen Zvike kitapları okuduktan sonra anladım. Çünkü hakikaten iyi çevrildiği zaman çok büyük bir edebiyat. Çok akıcı yazıyor. Çok özür dilerim, sanıyorum bir kısmı onların direkt Almancadan çevrilmemiş. Ben de aynı şeyin farkındayım; bir kısmı direkt Almancadan çevrilmemiş. O çevirilerin tabii, onları arayıp bulmak lazım.

    Mesela, dünün dünyasını İletişim’in bastığı kitaptan okudum; yani İletişim basmıştı. O Gülçin Wilhelm isimli bir çevirmenin eseri aslında çok başarılı bir çeviriydi. Çok çok akıcı buldum ve bir solukta okudum açıkçası. Daha sonraki yıllarda benim, e hani Zvike ile münasebetim şöyle seyretti: Calvin Castelio’ya karşı diye çok önemli bir kitap olduğunu keşfettim. Calvin Castelio’ya karşı, hakikaten bütün sosyal bilimcilerin, bütün entelektüellerin mutlaka göz atması gereken bir kitap. Çünkü 16. yüzyılda İsviçre’de kurulan Protestan tiranlığın uygulamalarını tartışıyor. Yani Kalvin’in kendi dini doktrinini nasıl zalimce diğer ilahiyatçılara, diğer filozoflara, diğer entelektüellere karşı kabul ettirme çabasından bahsediyor.

    Aslında şu anda baktığımız zaman, son derece komik gelen bir şey. Çünkü bir din adamının bir doktrini var ve bu adamın tutkusu oluyor bu doktrini; itiraz edenleri çok zalimane yollarla cezalandırmaya başlıyor. Mesela, Serveto diye çok uçuk bir din adamı var. Kalvin’in öğretilerini eleştirdiği için adamı yakıyorlar. Serveto meselesi çok ilginç bir mesele; bildiğiniz gibi, canlı canlı yakıyorlar ve son anda diyor ki: "Bak, benim doktrinimin üstünlüğünü kabul et, ben de seni affedeyim." diyor. Adam kabul etmiyor; büyük bir kahraman aslında. Şimdi bu, akademide olan insanlar için çok şaşırtıcı değil. Yani, bizim de bildiğiniz gibi, Korgül Abi, akademide de böyle...

  • 15:48 Mutlaka göz atılması gereken bir kitap. Çünkü 16. yüzyılda İsviçre'de kurulan Protestan tiranlığın uygulamalarını tartışıyor. Yani Kalvin'in kendi dini doktrinini nasıl zalimce diğer ilahiyatçılara, diğer filozoflara ve diğer entelektüellere kabul ettirmek için çabaladığından bahsediyor. Aslında şu anda baktığımız zaman son derece komik gelen bir şey; çünkü bir din adamının bir doktrini var ve bu adamın tutkusu bu doktrini. Ancak itiraz edenleri artık çok zalimane yollarla cezalandırmaya başlıyor.

    Mesela, Servetto diye oldukça uç bir din adamı var. Servetto, Kalvin'in öğretilerini eleştirdiği için yakılıyor. Servetto meselesi çok ilginç bir mesele. Bildiğiniz gibi, Servetto'yu canlı canlı yakıyorlar ve son anda diyor ki, "Bak, benim doktrinimin üstünlüğünü kabul et, ben de seni affedeyim." Adam kabul etmiyor. Gerçekten büyük bir kahraman. Şimdi, bu akademide olan insanlar için çok şaşırtıcı değil. Yani, akademide de böyle saplantılar vardır. Kendi teorisini ve oluşturduğu literatürü mutlaka öğrencilerde görmek isteyen hocalar vardır. Mesela, kendisine dipnot verilmediğinde bir makaleyi reddedenler, hakemlik yaptıkları dergide veya tezde zorluk çıkaranlar oluyor. Yani böyle şeyler, aslında 16. yüzyılda İsviçre'de bir despotluk kurulmasına sebep oluyor ve bu dini bir despotluk.

    Bunu nasıl anlatabiliriz izleyicilerimize? Bir dizi var; "Handmaid's Tale" diye. Orada çizilen korku ütopyası, aslında 16. yüzyılda Kalvin’in kurduğu sistemdir. İşte, renkli giyinmenin yasak olduğu, toplum içerisinde gülmenin yasak olduğu, insanların genel itibarıyla asık suratlı, mutsuz ve Tanrı'nın adanmış kulları olarak kamusal alanda davranmaya zorlandıkları bir sistem bu. O Edwood galiba değil mi? Onun yazarı, bence ilhamını 16. yüzyıldaki bu Kalvin despotizminden alıyor.

    Orada ilginç bir şey ortaya çıkıyor. Tabii Castelio diye başka bir din adamı var. Castelio, aslında çok mütevazi bir adam; büyük bir derdi yok ve mümkün mertebe müminlere doğrudan yardım etme eğiliminde biri. Yani büyük laflar eden, büyük projeler geliştiren birisi değil. Ama insanların sorunları varsa, onu sahaya inerek, toprağa ayak basarak çözen bir adam. Dolayısıyla çok da sevilen bir adam. Tamamen aldığı maaşla yaşayan, çok mütevazi bir hayat süren bir din adamı.

    Castelio, çok enteresan bir yöntem izliyor ve doğrudan Kalvin’i hedef almak yerine daha mütevazi çabalarla ve adım adım ilerleyerek Kalvin'in kalbini köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. Yazdığı makalelerle, yazılarla. Bu aslında bize, dünün dünyasında da çok sık gördüğümüz, pasifizm ve akıllı muhalefet tarzıyla ilgili de bir şeyler söylüyor, öyle değil mi? Mesela, Zwingli'nin arkadaşları bildiri yayınlamaya çalışıyorlar. Zwingli ne diyor? "Eğer bildiri yayınlarsak kendimizi açık ederiz. Bunun yerine daha akıllıca davranmalıyız." İşte, daha farklı sanat eserleri ortaya çıkararak ilerlemek gerekiyor.

  • 17:52 Çok da büyük bir derdi yok ve mümkün mertebe müminlere doğrudan yardım etme eğiliminde olan birisi. Yani, çok büyük laflar eden, çok büyük projeler geliştiren, çok büyük davaları vaaz eden bir adam değil. Ama insanların sorunları varsa, onu da bizzat sahaya inerek, toprağa ayak basarak çözen bir adam. Dolayısıyla çok da sevilen birisi. Tamamen aldığı maaş ile yaşayan, çok mütevazi bir hayat süren bir din adamı.

    Castelio çok enteresan bir yöntem izliyor. Doğrudan Karvin'i hedef almak yerine daha mütevazi çabalarla ve adım adım ilerleyerek kalbini köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. Yazdığı makalelerle, yazılarla. Bu aslında bize, dünün dünyasında da çok sık gördüğümüz The'nın pasifizmi ve akıllı muhalefet tarzıyla ilgili de bir şeyler söylüyor. Öyle değil mi? Mesela, Zvike'ın arkadaşları işte bildiri yayınlamaya çalışıyorlar. Zwike ne diyor? "Eğer bildiri yayınlarsak kendimizi açık ederiz. Bunun yerine daha akıllıca davranmamız lazım. Daha farklı sanat eserleri ortaya koyalım. Daha zekice eleştiriler yayınlayalım."

    Kendi intiharı da aslında bence, artık kendi meşrebinin dışına çıkıp bir şeyler söyleyemediği için elinden gelen tek itirazı olabilir muhtemelen. Çünkü o bir Avrupalıdır. Avrupalıların itiraz yöntemleri olmalı. Yani Avrupalı tanımlayan şey, savunduğunuz görüşten ziyade onun savunma biçimidir. Hatta, 19. yüzyılın sonunda Avusturya'da ortaya çıkan milliyetçi liderler var. Daha popülist liderler de var. Mesela Zb, onları da savundukları görüşlerden dolayı eleştirmek yerine, bu insanların aslında günün sonunda Avrupalıydı ve cemiyet içerisinde çok da saygın kişilerdi falan diyor.

    Onun karşı çıktığı milliyetçilik, 1920'lerden sonra ortaya çıkan Avrupalı olmayan bir milliyetçilik tarzıydı. Yani aslında Zvik, o 1800'lerin sonundaki milliyetçiliği bile Avrupalı olarak kabul etme eğilimindeydi. Dolayısıyla, Castelyo'nun kalbine karşı yürüttüğü mücadele, çok Avrupalı bir tarzı barındırıyordu ve bu yüzden Zvik, bunu çok hoş bulmuştu. Çünkü hiçbir zaman kişiselleştirmedi, hiçbir zaman kitleselleştirmedi, hiçbir zaman radikalleşmedi. Her zaman kendisini merkeze alan diyalektiği öne koyan, yani retorikten ziyade tartışmayı, tartışma zeminini canlı tutmaya çalışan bir tarzı vardı Castelyo'nun.

    Bu nedenle Zvik, böyle bir hikaye yazdı. Roman değil aslında, bir bilimsel çalışma da değil ama baktığınız zaman bütün hikaye çok net bir şekilde anlatıyor. Yani, bu Avrupalılık meselesi, benim en başta söylediğim insanlık meselesi ve daha sonra Avrupalılık meselesi aslında çok ilginç. Bu durumu, örneğin Avusturyalı bir yazar olmanın da ötesine taşıyor.

    Tabii, tabii, tabii. Bulduğu zaman, benim görebildiğim kadarıyla, evrensel bir tepki bulduğu zaman ya da Avrupalı bir tepki bulduğunda, onu hiç affetmemiş. Hemen alıp bir esere dönüştürmüş, bir yerde kullanmış. O beni mesela çok etkilemişti. Burak hocam, çok bence güzel alanlar açtınız. Ben de birkaç hatırladığım şeyi, biraz da biyografisine de sadık kalarak paylaşmak istiyorum.

  • 19:58 Çünkü hiçbir zaman kişiselleştirmedi. Hiçbir zaman kitleselleştirmedi. Hiçbir zaman radikalleşmedi. Ve her zaman kendisini merkeze alan diyalektiği öne koyan, yani retorikten ziyade tartışmayı, tartışma zeminini canlı tutmaya çalışan bir tarzı vardı Castelyo'nun.

    Bundan dolayı Zvike böyle bir hikaye yazdı. Roman değil aslında, bir bilimsel çalışma da değil ama baktığınız zaman, bütün hikaye çok net bir şekilde anlatıyor. Yani, bu Avrupalılık meselesi, bizim hani en başta söylediğim insanlık meselesi, daha sonra Avrupalılık meselesi aslında çok ilginç. Onu mesela Avusturyalı bir yazar olmanın da ötesine taşıyor.

    Tabii, tabii, tabii. Ve bulduğu zaman, benim görebildiğim kadarıyla, yani evrensel bir tepki bulduğu zaman ya da Avrupalı bir tepki bulduğu zaman da hiç onu affetmemiş. Hemen alıp bir esere dönüştürmüş, bir yerde kullanmış. O beni mesela çok etkilemişti. Burak hocam, çok bence güzel alanlar açtınız.

    Ben de birkaç hatırladığım şeyi, biraz da biyografisine de sadık kalarak paylaşayım isterseniz. Bu, sizin sözünü ettiğiniz yıldızın parladığı anlar. Ben çok oldu okuyalı. İş Bankası yayınlarından okuduğumu hatırlıyorum. Yine sanıyorum onu da çevirimini Burhan Arpat yapmış, ve onun ilk hikayesi, Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethidir. Evet, onunla açar.

    Sonradan ben yakın zamanda tekrar okuyunca bir şeyi fark ettim. Şimdi, Zwiike popüler bir yazar. Onu hiç unutmamak lazım. Zwiike dediğiniz gibi, çok farklı alanlarda entelektüel ürünlerde ortaya koysa da, çok satan bir yazar. Onun da farkında, yapması gerekenin de farkında. Hatta şöyle bir şey var: Buraya döneceğiz tekrar, aile köklerinden özellikle bahsetmek istiyorum; nasıl bir yazar olduğunu anlamak için.

    Zwiike'nin bir şeyi var. Hatta soyadıyla biraz dalga da geçiliyor SWIG'ın. "Swiik" Almanca'da aslında bir dal ya da İngilizce söyleyeceğim, özellikle "branch" yani banka şubesi neredeyse anlamına gelecek bir soyadı var. Onun soyadına, bu aslında bu iş kolu gibi kendisini pek çekemeyen arkadaşlar da var, doğalar çok sattığı için.

    Şöyle bir şeyi var: Zwiike genellikle bir projeye Ocak-Şubat gibi başlıyor. Okumalarını yapıyor, kütüphanelerde çok zaman geçiriyor. O dediğiniz eseri yazmak için diğerlerinin nasıl yazdığını da biliyorum. Çok uzun zaman geçiyor, araştırırken, okurken ve yazmaya başlıyor. Zwiike'nin en büyük özelliklerinden bir tanesi çok öz yazabilmesi.

    Başta öyle yazmıyor. Örneğin bir Dostoyevski biyografisi var. Evet, biliyorum, okudum. O biyografinin orijinali, ilk yazışı 2000 sayfa. Eee, yazıyor ve sonra şöyle diyor: "Dün dünyasında biraz söylesin diyor." Sonra diyor, "İşin benim için en zevkli bölümü başlıyor," diyor. Ve o da diyor, "saltmak." Saltmak. Evet. Son hali 100 sayfalık.

    Dostoyevski biyografisinin şöyle bir iddiası var: "Bütün büyük eserler, aslında iyi bir şeyle de iyi bir yazar tarafından kısaltılabilir," diyor. Bu Homer'i 100 sayfaya indirmek gibi hayalleri var. Bütün büyük eserler kısaltılabilir diyor. Çünkü her sayfa çevir...

  • 22:03 K sattığı için şöyle bir şeyi var. E, Zg'ın genellikle bir projeye Ocak-Şubat gibi başlıyor. Okumalarını yapıyor; kütüphanelerde de çok zaman geçiriyor. O dediğiniz eseri yazmak için diğerlerinin nasıl yazdığını da biliyorum. Çok uzun zaman geçiyor, araştırırken, okurken ve yazmaya başlıyor.

    The Vag'ın en büyük özelliklerinden bir tanesi, çok öz yazabilmesi. Başta öyle yazmıyor. Örneğin, bir Dost biyografisi var. Evet, biliyorum, okudum. Evet. O biyografinin orijinali, ilk yazışı 2000 sayfa. Sonra şöyle diyor: "Dün dünyasında biraz söyle diyor." Sonra diyor: "İşin benim için en zevkli bölümü başlıyor." Ve o da diyor "saltmak." Son hali 100 sayfalık. Dostoyevski biyografisinin şöyle bir iddiası var: Bütün büyük eserler aslında iyi bir şeyle de iyi bir yazar tarafından kısaltılabilir diyor. Bu, Homer'i 100 sayfaya indirmek gibi şeyleri var; hayalleri var. Bütün büyük eserler kısaltılabilir diyor, çünkü her sayfa çevirten yazarlar yazmamız lazım diyor.

    Böylece hiç temponun düşmediği bir yazım süreci. Daha çok yazıyor. Şey gibi, sonbahar gibi, artık yayıneviyle çok da titiz bir şekilde haberleşmeye başlıyor. Eee, gidiyor, müsfetteler geri geliyor, vesaire. Hangi kağıda basılacağı, hangi fontla basılacağı; ne kadar çok dikkatli bir insan. Eee, o yayınevinde çok zor buluyor zaten, çok zor anlaşıyorlar. Çok titiz bir adam. E, mektup yazdığı için biliniyor.

    Eee, kitaplar ne zaman çıkıyor? Kitapların en çok satılacağı zaman olan bu Noel haftasında çıkıyor. Çünkü insanların birbirine hediye olarak vermesini planlıyor. Böyle bir döngüsü var Zg'in, 12 aylık. Genellikle de zaten 12 ayda bir kitap çevirip çıkardığı bir şey var. Özellikle en üretken yıllarında, bu Salzburg yıllarında.

    Hı hı, çıkardığı bir döngüsü var. Hocam, şimdi Salzburg demişken, isterseniz siz demin dediniz hani Zg Avrupalıdır. Ben hep onu okurken düşündüm. Bir de bu kitapları okurken, eee... Dünya Savaşı'yla ilgili de okuyordum. O yüzden biraz zaman ruhunu da nispeten ne kadar anlaşılırsa iyi anladığımı tahmin etmek istiyorum. Eğer yaşasaydı ve Dünya Savaşı bittikten sonra, işte tam ortak pazar, kömür birliği vesaire, demir çelik birliği kurulurken bir poster çocuğuna ihtiyaç duyulsaydı muhtemelen o Zg olurdu. Yani, biz Avrupa'yı temsil edecek bir adam olarak onu görebiliriz; onun düşüncelerini, onu okuyarak anlayabiliriz. Herhalde o olur diye düşünmek tam bir Avrupalı olduğunu gösteriyor. Gerçekten o, bir Yahudi biliyorsunuz. E, Zg tabii ve Doğu Avrupa Yahudisi. Ama şöyle de bir ilginç özelliği var: Kendi kökleriyle ilgili de dalga geçebilen bir adam. Aslında o yönünü seviyorum ben. Kendisi de bayağı ağır dalga geçebilen biri. Baba tarafı Doğu Avrupalı, Moravya'dan; şimdi sanırım Çek Cumhuriyeti'nin içinde kalan bölgeden, tekstilci. Babası tekstil fabrikatörü, diyeceğim artık. Evet. Evet, tekstil fabrikaları var. Anne tarafı daha üst tabakadan. Annesinin adı İtalyan. İtalya'dan galiba, değil mi? Anona.

  • 23:56 de okuyordum. O yüzden, biraz zaman ruhunu da nispeten iyi anladığımı tahmin etmek istiyorum. Eğer yaşasaydı ve Dünya Savaşı bittikten sonra, işte tam ortak pazar, kömür birliği, vesaire, demir çelik birliği kurulurken bir poster çocuklarına ihtiyaç duyulsaydı, muhtemelen o olurdu. Yani, biz Avrupa'yı bu adam temsil edecek. Onun düşüncelerini okuyarak anlayabiliriz. Herhalde o olur diye düşünmek, tam bir Avrupalı olmak demek; gerçekten aslında bir Yahudi, biliyorsunuz. Evet, Zwiik tabii, ve Doğu Avrupa Yahudisi. Ama şöyle de ilginç bir şeyi var: kendi kökleriyle ilgili de dalga geçebilen bir adam. Aslında o yönünü seviyorum. Kendisi de bayağı ağır dalga geçebilen biri.

    Baba tarafı Doğu Avrupalı, Moravya'dan; şimdi Çek Cumhuriyeti'nin içinde kalan bir bölgeden, tekstilci. Babası bir tekstil fabrikatörüydü. Evet, evet, evet. Tekstil fabrikaları var. Anne tarafı ise daha üst tabakadan, annesinin adı İtalyan. İtalya'dan galiba, değil mi? Ankona, bir banker ailenin kızı. Evet, evet. Ve o taraf hep daha yukarıda görülüyor. Tabii, öyle gözüküyor.

    Şöyle bir şakası var Zwiik'in: “Sürekli benim anne tarafım babama sallardı,” diyor. “Senin baba tarafın daha aşağıdan, para daha çok orada olduğu halde. Ama bir 100-150 yıl geri gitse, hepimiz Getto'dan geldik,” diyor. Yani, biraz geriye baksa, hepimizin Getto'dan geldiği belli diyor. O Yahudiliğiyle ilgili kafasında bir şey var ama hiçbir zaman ortodoks bir Yahudi değil. Tutucu bir Yahudi değil. Ama günden güne para derdi olmayan bir Zwiik; hayatının doğduğu an. Okurken çok hoşuma gitmişti. Yani, öğlene kadar bir gün bile “Ya benim bir sonraki yemeğim nereden gelecek?” diye düşünmüş bir insan değil.

    Tabii ve o yüzden çok eleştirilen biri. Sizin sevdiğiniz yazarlardan biri, hatta felsefecilerden biri de bu dünyadaki ilişkilerden. Z, çok özellikle... Dünya Savaşı çıkmadan önce doğmuş, 1881. Dolayısıyla birden savaş çıktığı zaman, artık ilk gençliğini, en güzel yıllarını yaşamış. Avusturya'da dünyayı gezerek yaşamış. Para hem babasının parası var hem de kitaplardan para kazanabilen bir yazar. Yani, çok olağanüstü bir durumda.

    Ve Zwiik'in Viyana'ya anlatışı şöyle diyor: “Dün tekrar biraz baktım da, bütün koruma politikalarına rağmen insanların uyum içinde yaşadığı, efendim, neredeyse bir cennet gibi bir yer tarif ediyor.” Tabii, tabii. Masal gibi. Evet. Ve diyor ki: “Vergiler çok düşüktü. %12 vergi veriliyordu. Faizler çok düşüktü. Şöyle yaşayıp gidiyorduk. Operalar, baleler, vesaire... Böyle bir kültürel kültür dünyası.”

    Hana Arendt'in de bir eleştirisi var ya diyor: “Biz de biliyoruz oraları. Ya ben mealen söylüyorum, şaka mı, şaka mı yapıyorsun diye. İnsanlar birbirini kesiyordu,” diyor. “Viyana'da yoksulluğu, bilmem neyi nasıl görmezsin sen?” diyor.

  • 25:49 Dünya Savaşı çıkmadan önce çocukluğunu 1881'de doğmuş olan Zweig, birden savaş çıktığında ilk gençliğini en güzel yıllarını yaşarken bulur. Avusturya'da dünyayı gezerek yaşamış; hem babasının parası var hem de kitaplardan para kazanabilen bir yazardır. Yani, oldukça olağanüstü bir durumdadır. Viyana'ya anlatışı ise şöyle. "Dün tekrar biraz baktım da, bütün koruma politikasına rağmen insanların uyum içinde yaşadığı, neredeyse bir cennet gibi bir yer tarif ediyor Viyana'yı."

    Tabii, bu bir masal gibi. Vergiler çok düşüktü; %12 vergi veriliyordu. Faizler de çok düşüktü. Şöyle yaşayıp gidiyorduk; operalar, baleler, böyle bir kültürel dünya vardı. Hana Arendt'in eleştirisi var ya, "Biz de biliyoruz oraları," diyor. "Ya ben mealen söylüyorum; şaka mı yapıyorsun? İnsanlar birbirini kesiyordu," diyor. Viyana'da yoksulluğu, kenar mahallerde nasıl görmezsin? Buna dair biyografilerden ve mektuplardan görebiliyorsunuz. Aslında Zweig da bu durumun farkında, ama tabii sözü size tekrar vereceğim, hocam.

    Biyografiyi ne zaman yazdığını düşünmek lazım. "Dün Dünyası"nı Amerika'da yazıyor ve çok kısa bir zamanda tamamlıyor, sanırım 2, 2.5 ayda yazıyor. New York eyaletinde Manhattan'dan yaklaşık bir saat, 1.5 saat uzakta, Ossining diye bir yer var. Viyana'dan ve Salzburg'tan sonra bunalıma girmek için nereye yerleş deseler, herhalde orayı tercih edermiş.

    Zweig'ın şöhreti oranın meşhur Sing Sing cezaevinden kaynaklanıyor. New York'ta dizilerde de çok görülen bu cezaevi orada, Ossining'dedir. Orada yazmış ve çok özleyerek yazıyor. Çocukluğunu, gençliğini, ilişkilerini, şöhretini özleyerek kaleme alıyor. Tabii ki dili, vatanı; vatan derken Avrupa'yı kastettiğini biliyoruz. Avrupa'yı çok özleyerek yazıyor; dolayısıyla pek çok şeyi daha pozitif bir şekilde aktarıyor.

    "Ya bizim çocukluğumuzda işte şurada sefalet vardı!" gibi anılara dayalı yazamazdı. O yüzden biraz hakkını teslim etmek isterim Zweig'ın. Masal dünyası gibi. Çünkü mesela sosyalist yürüyüşler ve sendika yürüyüşleri var. Aslında birçok insanı korkutan yürüyüşler bunlar; ama Zweig, onların da çok sempatik olduğunu, işçilerin aileleriyle katıldıklarını, çok bir intizam içerisinde yürüdüklerini ve olaysız dağıldıklarını söylüyor.

    Daha önce belirttiğim gibi, bu milliyetçi gruplara karşı bile bir sempatisi var. "Evet, bunlar milliyetçiydi ama bizim milliyetçilerimizdi; miting biterdi, bu adamlarla beraber çarşıda, pazarda sohbet ederdik, birbirimize bir Viyanalı gibi davranırdık," diyor. Tabii bunun şikayeti 1920'den sonrasına dair, o marjinalliğe de itirazları var. Enteresan bir durum. Dünya Savaşı'ndaki militarizm karşıtlığını da "Mecburiyet" isimli romanında çok net bir şekilde ifade ediyor. İşte eşiyle beraber İsviçre'de yaşıyor.

  • 27:44 Çocukluğumuzda işte şurada sefalet vardı. Yani hatırlasa bile yazamaz, yani zik yazmaz onu. O yüzden biraz hakkını teslim etmek isterim Zig'ın. Evet, ya masal dünyası gibi. Çünkü mesela sosyalist yürüyüşler var, sendika yürüyüşleri var. Aslında birçok insanı korkutan yürüyüşler bunlar ama Zvike, onların da çok sempatik olduğunu, işte bütün işçilerin aileleriyle katıldıklarını, çok bir intizam içerisinde yürüdüklerini ve olaysız dağıldıklarını falan söylüyor.

    İşte biraz önce söyledim; yani bu milliyetçi gruplara bile, bunlar evet milliyetçiydi ama bizim milliyetçilerimizdi. Miting biterdi, bu adamlarla beraber çarşıda, işte pazarda sohbet ederdik. Bir Viyanalı gibi davranırdık falan diyor. Tabii onun şikayeti 1920'den sonrasına dair. Yani 20'den sonraki o marjinalliğe de çok itirazları var. Enteresan tabii o. Dünya Savaşı'ndaki o militarizm karşıtlığı da önemli bir durum. Onu da "Mecburiyet" isimli romanında çok net ifade ediyor.

    İşte eşiyle beraber İsviçre'de yaşayan bir Avusturyalının hikayesi ve celp geliyor. Yani cepheye çağırıyorlar; aslında gitmek zorunda değil. Eşi orada kalmaları gerektiğini ve kendi sanatsal faaliyetlerine odaklanmaları gerektiğini söylüyor. Ama onun içinden bir güç onu Avusturya'ya doğru çekiyor ve artık Avusturya'ya girerken son tren istasyonunda inip tekrar eşinin yanına dönüyor. Bu hakikaten çok ilginç bir roman.

    Çünkü o milliyetçiliğin vatana hizmet duygusunun, o sadakat meselesinin aslında erkekler için özellikle çok güçlü olduğunu ve insanların kendi hayatları, kendi özel alanları, kendi özgürlükleriyle vatanlarına hizmet etmek arasında çok ciddi bir ikilemde kalabileceğini söylüyor. Yani bu bana çok garip geldi. Çünkü şunun için garip geldi; bir Zvg'ın bu duyguyu bu kadar kuvvetli hissetmiş olmasına çok şaşırdım. Açık konuşmak gerekirse, kitapta çok doğrudan bu duyguyu okuyucuya yansıtabilmiş. Çok başarılı o konuda.

    E günün sonunda tarafını seçiyor ve eşinin yanına dönüyor. Bu ayrı bir mesele. Yani militarist değil; militarizme teslim olmuyor ama militarizmden böyle insanın dengesini bozan, psikolojisini bozan, akıl sağlığını bozan adeta bir virüs gibi bahsediyor. Yani o virüsü aldığınız zaman, o celbi aldığınız zaman bir erkeğin kanına virüs giriyor ve artık onu saçmalamaya sevk ediyor gibi bir tavrı var. Ve en sonunda o virüsten kurtulup ailesinin yanına geri dönüyor.

    O militarizm karşıtlığı da çok önemli. Avusturya ordusunda da katılıyor fakat geri hizmetlerde bir süre görev yapıyor, değil mi? Evrak işleriyle falan ilgileniyor. Yani o militarizme savaş karşıtı bildirilere imza atmaktan imtina ediyor. Onu daha sonra şöyle açıklıyor; yani kendimizi çok fazla hedef haline getirmeyelim gibi bir yaklaşımı var. Hep çok dikkatli, hep çok dikkatli ama orduya gidiyor neticede, değil mi? Yani anlatayım isterseniz hocam onu. O şey kendisi de çok iyi anlatmıyor aslında. Hatta eşinin, ilk eşinin Frederica'nın şöyle bir şeyi var SWKE ile ilgili olarak. Onlarla çok d...

  • 29:51 Litarist değil, militarizme teslim olmamak gerektiğini belirtiyor; ancak militarizmden bahsederken, insanın dengesini, psikolojisini ve akıl sağlığını bozan, adeta bir virüs gibi tanımlıyor. Yani o virüsü aldığınızda, o celbi aldığınızda bir erkeğin kanına virüs giriyor ve artık onu saçmalamaya sevk ediyor gibi bir tavrı var. En sonunda o virüsten kurtulup, ailesinin yanına geri dönüyor. Bu militarizm karşıtlığı da çok önemli. Avusturya ordusuna katıldığını zannediyorum; fakat geri hizmetlerde bir süre görev yapıyor, değil mi? Evrak işleriyle falan ilgileniyor. Yani o militarizme, savaş karşıtı bildiriler atmaktan imtina ediyor. Bunu daha sonra şöyle açıklıyor: "Kendimizi çok fazla hedef haline getirmeyelim." gibi bir yaklaşımı var. Hep çok dikkatli, ama neticede orduya gidiyor, değil mi?

    İsterseniz hocam, o konuya biraz daha derinlemesine gireyim. Kendisi, bu meseleyi çok iyi anlatmıyor aslında. Hatta eşinin, ilk eşi Frederica'nın SWKE ile ilgili şöyle bir ifadesi var: "Senin yazdıklarını okuyarak, sadece seninle ilgili %30 civarı bir fikir sahibi olunabiliyor." diyor. Yani o yüzden bu dönemin dünyasını okuduğunuzda da, o kadar fikir sahibi olabiliyorsunuz. Anladığım kadarıyla, biyografilerinden okuyup kendisinin yazdıklarını değerlendirdiğimde şöyle bir sonuca ulaştım.

    Tabii önce, çok kısaca Zvic'ten bahsetmek lazım. Kendisi, ünlü bir yazar; Birinci Dünya Savaşı çıktığında, yani 1914 yılında, 33 yaşında. Gerçekten, dev bir yıldız gibi parlıyor; romanlarını anlatan bir çapkın Viyanalı yazar. Zvic'in çok renkli bir hayatı var ve bir de parası var. Bu arada Zvic'i keşfeden gazete editörünü de anmak lazım. Tam onu anlatacaktım hocam, siz de tam bu noktaya gelecektiniz.

    Zvic, yazar olma konusunda çok erkenden meraklı; okullardan çıkıp ben artık bir yazar olayım gibi bir tutum sergiliyor, okuyor. Okuma dönemi de çok eğlenceli. Tamamen kendisine yatırım yapıyor. Parada sıkıntı olmadığı için, 2 yaş büyük bir abisi var. Alfred işlerin başına geçiyor ve Zvic'in işlerine hiç karışmıyor, ama ilginç bir şekilde iyi anlaşıyorlar. Kardeşinin Zvic üzerindeki katkıları büyük. Hep bir şey alıyor; sürekli bir maaş geliyor ondan. Bir aşamada Zvic, babasına diyor ki: "Bana para ver." Şirketteki hisselerinin karşılığını babası veriyor ona.

    Okurken merak ettim, günümüzde bu ne kadar ediyor diye; enflasyonu falan dikkate alarak, o dönemin parası bugünün parasıyla 400.000 dolar civarı bir miktarı eline geçiriyor. 20'li yaşlarının başında, yani çok şanslı bir konumda. 19 yaşındayken, Viyana'nın en büyük gazetesi, Neue Freiheit Presse'nin kültür sanat editörü Theodor Herz isimli bir yazar ile ilginç bir ilişkisi var. Dün yine baktım, Herz diye söyleniyor...

  • 31:47 Aradan çıksın da ben artık bir yazar olayım gibi şeyler yapıyor, okuyor. Okuma dönemi de çok eğlenceli yani. Tamamen kendisine yatırım yapıyor ve eğer parada sıkıntısı olmadığı için 2 yaş büyük bir abisi var, Alfred. Alfred işlerin başına geçiyor ve hiç uğraşmıyor Zvike o işler ama ilginç bir şekilde iyi anlaşıyorlar. Kardeşinin de çok emeği var Zvike'ta. Hep bir şey alıyor, hep bir maaş geliyor oradan kendisine. Bir aşamada artık şey diyor, "E, ya ben babasına söylüyorum. Ben toplayım, para ver bana" diyor. Şirketteki hisselerinin karşılığını babası veriyor ona.

    Okurken merak etmiştim, günümüzde ne kadar ediyor filan diye. Enflasyonu dikkate alarak, o zamanın yani bugünün parası 400.000 dolara falan denk geliyor. 20'li yaşlarının başında. Yani çok şanslı bir konumda. 19 yaşındayken Viyana’nın en büyük gazetesi Noe Fry Presse'nin kültür sanat editörü Theodor Herz isimli bir yazarla ilginç bir ilişkisi var. Dün yine baktım, Herzel diye söyleniyor galiba. Tam olarak Almancası bu. Bu kişi Siyonizmin kurucusu yani tamamen fikir babası lafı herhalde bu kadar oturur bir insana.

    Ondan önce, Siyonist kongreyi toplayan insanlar var. Siyonizm kavramı yok yani o zamanlar. Onun arka planı da ilginç. Burak hocam, bilmiyorum dikkatinizi çekti mi sizin? Onun ilk fikri, "Biz tamamen entegre olalım," diyor. Yani %100 entegrasyon diyor. Onun çözümü de şöyle düşünüyor: "Bütün Yahudiler katolikleşirse, toplu bir baptizle kendimizi katolik yaparsak, hep beraber diyor." Zaten diyor, "Bu insanlarla beraber yaşıyoruz." Hepimiz Katolik olursak, aradaki sürtüşmeler biter. Bu neredeyse çocukça bir yaklaşım.

    Sonrasında, Spike'ın şöyle bir lafı da var ya, galiba diyor, "Kötü bir yazar olduğu için bu işleri bu kadar sardı," diyor Herz için yani başarısız bir yazar olduğu için bu işleri çok düşündü. 30'lu yaşlarının ortasında galiba Siyonizm fikrini gündeme getiriyor. Bunu pas size atacağım. Siz tamamen sizin konunuz da Siyonizm aslında o kadar uçuk bir fikir ki, 1900’lerin başında buna karşı durmamak için Viyana’da çeşitli toplantılar yapıyorlar. Çünkü oradaki insanlar, özellikle Doğu Avrupa Yahudileri, tamamen entegre öyle görüyorlar. En azından kendilerini entegre görüyorlar. “Biz bu memleketin sahibiyiz,” görüşüne sahipler.

    “Bizim ne ortak yanımız olabilir?" diyorlar. "Afrika'daki, Rusya'daki, Polonya'daki Yahudilerle neye ortak şeyimiz var? Dilimiz bir değil, geçmişimiz bir değil. Biz deli miyiz?" diyorlar. Viyana’yı bırakıp Filistin’de ne işimiz var bizim diye düşünüyorlar. Gerçekten, adam deli muamelesi görüyor.

    Hatta Zvike’in bir anlatısı var ki, ilk yazısını basıyor. Çok büyük bir minneti var. Daha sonra da yazılarını basmaya devam ediyor ve Noe Fry Presse ile ilişkisi yıllar boyunca devam ediyor.

  • 33:40 Aşarısız bir yazar olduğu için, bu işleri çok düşündü. 30'lu yaşların ortasında galiba Siyonizm fikrini gündeme getiriyor. Bunu pas size atacağım. Siz tamamen sizin konunuzda Siyonizm aslında o kadar uçuk bir fikir ki, 1900'lerin başında buna delil bulmamışlar Viyana'da. Çünkü oradaki şeyler, özellikle Batı Avrupa Yahudileri, tamamen entegre olduklarını düşünüyorlar. En azından kendilerini entegre görüyorlar. "Biz bu memleketin sahibiyiz," görüşüne sahipler. "Bizim ne ortak yanımız olabilir?" diyorlar. "Bu Afrika'daki, efendim, Rusya'daki, Polonya'daki Yahudilerle neye ortak şeyimiz var? Dilimiz bir değil, geçmişimiz bir değil. Bir de biz deli miyiz?" diyorlar. Viyana'yı bırakıp, Filistin'de ne işimiz var bizim, gibi gerçekten yani adam deli muamelesi görüyor.

    Hatta Zvag'in bir anlatısı var ki, ilk yazısını basıyor. Çok büyük bir minneti var. Daha sonra da yazılarını basmaya devam ediyor ve No PR Presile ile ilişkisi çok, birazdan bağlayacağım, yıllar boyunca devam ediyor. Cenazesine de katılıyor. Tabii tabii, çok şey neden? Hamisi gibi. Ve bu kongreleri toplarken o kadar yıpranıyor ki, Ersin dediğiniz gibi o kadar itiliyor, kakılıyor ki, çok erken yaşlanıyor. Yani 40'lı yaşlarının ortasında bir cenaze gibi gidiyor. Şey Swiket ve şey oluyor, erken oluyor ve cenaze türü çok büyük oluyor yalnız. Beklediğinden Swın artısına göre Türkiye'den falan gidenler de oluyor.

    Siz buyurun hocam, Hson'la ilgili konuşun. Sonra ben bir yün savaşıyla ilgili biraz konuşmak isterim. İsabetli yorumlarda bulundunuz. Yani Siyonizm, ilk önce tabii Yahudilerden çok tepki alan bir görüş. Yahudiler, bulundukları toplumda, özellikle Batılı toplumlarda çok rahat ve entegre oldukları için bu tip görüşleri kendi varlıklarına ve kendi menfaatlerine aykırı görüyorlar. Çok fantastik, uçuk fikirler olarak değerlendiriyorlar. Dindar Yahudiler de devlet kurma fikrine oldukça karşı. Yani "şabat günü sınırı kim bekleyecek?" mesela bu soruları soruyorlar.

    Aslında o Siyonist enerji, Yahudilerin bir anlamda uyuşmuşluğuna da tepki olarak ortaya çıkıyor. Orada gelenlerin bir sözü var mı? Sırp milliyetçileri için kullandığı yani Sırplardan o kadar çok nefret ediyorlardı ki, Sırp milliyetçisi oldular. Yani Herz de böyle; Yahudileri o kadar çok yargılıyor ve o kadar çok aşağılıyor ki Siyonist oluyor. Eee, asıl çatışma Yahudilerle Siyonistler arasında. O milliyetçilik fikri, aslında toplumun içinden çıkan organik bir fikir değil. Daha dar bir çevre tarafından formüle edilen bir şey.

    Ondan daha önce Leo Pinker diye, auto emancipation tezi var. İşte kendi topraklarına sahip olmanın Yahudiler için ne kadar özgürleştirici olduğunu ve bunun dışında hayatta kalamayacaklarını söylüyor. Orada tabii iki tip Yahudi toplumundan bahsetmek lazım. Bir tanesi Doğu Avrupa Yahudileri, yani Rusya ve onun periferisinde yaşayan Yahudiler. Onlar, çok büyük bir zulüm altındalar ve bundan dolayı haksızlığa uğramışlık düşüncesi ve zulüm altında olma duygularıyla öfkeliler ve bir...

  • 35:34 Aslında, Yahudilerin bir anlamda uyuşmuşluğuna da tepki olarak ortaya çıkıyor. Orada gelenlerin bir sözü var mı? Sırp milliyetçileri için kullandığı, yani Sırplardan o kadar çok nefret ediyorlardı ki Sırp milliyetçisi oldular. Yani Herz de böyle; Yahudileri o kadar çok yargılıyor ve o kadar çok aşağılıyor ki siyonist oluyor.

    Asıl çatışma, Yahudilerle siyonistler arasında. O milliyetçilik fikri, aslında toplumun içinden çıkan organik bir fikir değil; daha dar bir eritin formüle ettiği bir şey. Ondan daha önce Leo Pinker diye bir auto emancipation tezi var. İşte, kendi topraklarına sahip olmanın Yahudiler için ne kadar özgürleştirici olduğunu ve bunun dışında hayatta kalamayacaklarını söylüyor.

    Orada tabii iki tip Yahudi toplumundan bahsetmek lazım. Bir tanesi, Doğu Avrupa Yahudileri yani Rusya ve onun periferisinde yaşayan Yahudiler. Onlar, çok büyük bir zulüm altındalar ve bundan dolayı haksızlığa uğramışlık düşüncesi ve zulüm altında olma duygularıyla öfkeliler. Bir noktada kendilerinin yok edileceğini düşünüyorlar.

    Batı'daki, Amerika'daki ve Batı Avrupa'daki Yahudiler ise, o kadar kapitalizm güçlü ki onları toplumlara ve şehirlere entegre ediyor, ve bir süre sonra Yahudi kalmayacak diyorlar. Yani entegre olacağız ve kimliğimiz ortadan kaybolacak. Böyle bir de okumaları var onların.

    Tabii, işte bu siyonist kongreleri topluyor Herz. Daha sonra, yani 1930'lara doğru, bu fikir, Hitler'le beraber aslında çok mainstream, çok ana akım bir fikir olarak benimseniyor. E sonrası da malum zaten; benim gördüğüm orada, mesela, Zweig'ın bu Yahudilik meselesi onu ayrı bir Yahudi kimliğiyle tanımlamaktan ziyade, Yahudilik kimliği onun bir Alman milliyetçisi olmasını, bir Avusturya milliyetçisi olmasını engelleyen şey gibi sunuluyor. Ben öyle yorumladım. Yani Yahudi olmasaydı muhtemelen daha milliyetçi olabilirdi.

    Yahudi olmasaydı daha yerel olabilirdi. Yani Yahudilik, aslında özgürleştiren bir kavram olarak benimseniyor. Ben öyle anladım.

    Çok çok doğru söylüyorsunuz. Bak hocam, çok kısa bir cümle söyleyeceğim, sonra bağlayacağım. Zaten biliyorsunuz, İsrail kurulurken bile siyonizm fikrine çok karşı olanlar var. Böyle bir şey değil. Hani hep beraber biz İsrail'i kuruyoruz gidiyoruz gibi değil; bu iş, monoblok bir görüşün sonucunda oluşan bir durum değil.

    Şeyle ilgili olarak çok haklısınız, bu milliyetçilik Zik meselesinden biraz bahsedeyim. Zik'a vatanını sorsanız Almanca diyebilir. Çünkü dilini kaybedince daha iyi fark ediyor. Hatta yine şöyle bir şey aklıma gelmişti, unuturum sonra diye şimdi söyleyeyim. Bu Hannah Arendt'in, yine Dünya Savaşı sonrasında konuşmalarından.

    Yine mealen söylüyorum; ona diyorlar ki, "Almancayla olan ilişkinizi nasıl tanımlayacaksınız?" Yani naziler geldiler, işte, Almancayı neredeyse bir nefret dili haline getirdiler. Hannah Arendt de "Birkaç manyağın, kısa bir süre bir dili esir alması," diyor.

  • 37:40 en öyle anladım. Çok çok doğru söylüyorsunuz. Bak hocam, çok kısa bir cümle bir şey söyleyeceğim. Sonra bağlayacağım. Zaten biliyorsunuz, İsrail kurulurken bile siyonizm fikrine çok karşı olan kişiler var. Öyle bir durum değil; hani hep beraber biz İsrail'i kuruyoruz gidiyoruz gibi değil yani. O iş, monoblok bir görüşün sonucunda oluşan bir durum değil.

    Eee, şeyle ilgili olarak çok haklısınız; bu milliyetçilik konusuna Zik mevzusu üzerinden birkaç cümle edeyim. Zik'a vatanını sorsanız, Almanca diyebilir. Çünkü dilini kaybedince, daha iyi fark ediyor. Hatta aklıma gelmişken, unuturum sonra diye şimdi söyleyeyim.

    Bu, Hannah Arendt’in yine Dünya Savaşı sonrasında yaptığı konuşmalardan, mealen söylüyorum. Şöyle diyorlar ona: "Almancayla olan ilişkinizi nasıl tanımlayacaksınız?" Yani, naziler geldi ve Almancayı neredeyse bir nefret dili haline getirdiler. Hannah Arendt de diyor ki, "Birkaç manyağın kısa bir süre için bir dili esir alması, bizim durumumuzu değiştirmemeli." Yani, öyle bir mealen söylüyorum. Çünkü Zik'in Almancaya düşkünlüğü çok başka. Zik, hiçbir zaman kendisini Alman olarak görmüyor. Avusturyalı olarak gördüğü bile şüpheli, Viyanalı olarak görüyor kendisini. Bir Viyalı, tam bir Viyalı. Avrupalıdan önce belki Viyanalı.

    Milliyetçilik durumu şöyle; savaş çıkınca, 1914’te, hatta savaşın çıkışını da bir çay bahçesi gibi bir yerde, bir kitap okurken duyuyor. Müzik yapan bir orkestra duruyor filan. İşte şey diyorlar, "Saraybosna'da Franz Ferdinand ve eşi suikaste uğradı." Kitaptan kafasını kaldırıyor ve insanlar hafif bir konuşma, vesaire, sonra devam ediyor. Yani, öyle bir infial hali yok. İnsanlar marketlere koşup alışveriş yapabiliyorlar ki Franz Ferdinand, Habsburg İmparatorluğu’nun Vah Prensi, halk tarafından sevilen bir adam değil yani. Kimse ölümüne üzülen çok az, neredeyse yok gibi. Zaten savaş hemen çıkmıyor, biliyorsunuz o haberden sonra. Kitabına devam ediyor, Zik devam ediyor.

    Ve sonra, yani uzun uzun şimdi tarih konuşmayalım; savaş, göz göre göre bir sürü aptalca hatanın yapılmasıyla olan bir şey. Savaş çıkıyor. Savaş çıktığı anda, Belçika'da Ostende kasabasında, deniz kıyısında, orada yazar arkadaşlarıyla takıldığı bir otel gibi bir yerde, orada haber alıyor. Ve hep kitapta öyle bir imge oluşmuş gözümde. Onu çok iyi anlatıyor. Plajda, Belçika ordusunun köpeklerin çektiği makineli tüfek arabaları varmış.

    Dünya Savaşı’ndaki saçmalığı, dediğim gibi, Dünya Savaşı ile ilgili okurken, bu kitabı okudum da, daha iyi özetleyen bir şey olamaz. Köpeklerin çektiği makineli tüfek arabası yani, tam bir saçmalık. Yani makineli tüfek gibi bu kadar çok insanı öldürmeye programlanmış bir aleti, tek bir kurşunla öldürebileceğin bir canlıya şartlıyorsun. Yani savaşta bu kadar çok insan olmasının nedenlerinden biri odur, biliyorsunuz. Yani askeri taktiklerin 19. yüzyıla ait olması da bu durumu etkiliyor.

  • 39:27 ...işte bacağı kopmuş askerler var. Orada artık savaşın gerçek yüzüyle tanışıyor. Yani cehennemi görmüş gibi hissediyor. O sahne, yazarın başından geçenlerin etkileyici bir örneği. Savaşın getirdiği acıları ve dramı çok iyi yansıtıyor.

    Zweig, oldukça derin bir düşünce yapısına sahip. Savaşın getirdiği ölümleri, yıkımları ve kayıpları anlamaya çalışırken, o dönemin toplumsal yapısına da eleştirel yaklaşmayı ihmal etmiyor. Belçika'daki o an, savaşın nasıl başladığına dair düşüncelerini derinleştiriyor. İnsanlığın yüzyıllar süren birikimlerinin, bir anda yok olabileceği düşüncesi onu derinden etkiliyor.

    Zweig, milliyetçiliğin ve savaşın yıkıcılığının farkında olduğundan, kendi hislerini de yansıtıyor. "Benim bildiğim Avrupa elden gidiyor," diyor. Bu, onun savaş karşıtı bir tavır sergilediğini de gösteriyor. O günlerde yazdığı bazı yazılar, milliyetçi bir dilden uzaklaşmadığını da ortaya koyuyor. Tüm bu ikilemler içinde, bir yazar olarak ne yapması gerektiğini sorguluyor.

    Öte yandan, Rilke ile olan dostluğu da önemli bir yer tutuyor. İkisi arasındaki zıtlık, Zwig'ın savaş üzerindeki düşüncelerini daha da derinleştiriyor. Rilke’nin duygusal derinliği ve sanat anlayışı, Zweig'ın mantıklı ve analizci yaklaşımıyla çelişiyor. Bu durum, onları birbirine daha da yakınlaştırıyor.

    Sonuç olarak, yeni dünya düzeninin inşası için yüksek sesle savaş çığlıkları atan insanlar arasında kaybolmuş bir akıl olarak, Zwig, hem bir gözlemci hem de bir aktör olarak tarihi belleklerin içerisinde kaybolmuş durumda. Savaşın yıkıcı etkileri karşısında, bireysel bir sorgulama ve toplumsal bir eleştiri yapma çabasıyla dolu bir yazınsal yolculuk sergiliyor. Bu yolculuk, onun hem ruhunu hem de kalemini besliyor.

    Savaş, sadece bir çatışma değil; aynı zamanda insanlar arasında süreklilik arz eden bir kimlik ve varoluş sorgulaması. Zweig, bu karmaşaya dikkat çekerek ve belgelerle destekleyerek, tarihsel bir perspektif geliştiriyor. Kendisini sorgulayan ve evrensel insanlık hali üzerine düşüncelere dalan bir yazar olarak karşımıza çıkıyor.

  • 41:22 Yani bilmiyorum, onu hiç şey değil, ortada değil yazılar. Net milliyetçi yazıları var birkaç tane; fakat şöyle bir şey oluyor: Askeri alıyorlar da, şeyde alıyorlar, savaş arşivlerinde evrak işi gibi. Fakat evrak ve propaganda işi, tam evrak işi değil, propaganda işi. Hatta ben biraz Orwel’e de benzettim. Zvig’in bu özelliği, savaşta propaganda işlerine ulaşıyor ve eee ekibinde ilginç insanlar var orada. Rilke mesela, e aynı şeyde çalışıyorlar. Rilke, Rilke iyi arkadaşı. Hayran. Evet, bununla beraberlerdi. Hatta Rilke'nin üniforma için ne kadar zavallı olduğu, o kadar uyumsuz bir ikili olamaz; Rilke ve üniforma olacak iş değil.

    Evet, ve Zvig’i şeye gönderiyorlar. Galiçe Cephesi’ne gönderiyorlar sanıyorum, iki haftalık bir inceleme gezisine. Hı hı. Ve orada görüyor yani savaşın ne kadar korkunç bir şey olduğunu. İlk o zaten sizin söylediğiniz "Mecburiyet" romanında hatırlarsanız, onda bir tren sahnesi vardır. Trende işte yaralı askerler, bacağı kesilmiş falan, hep oradan. Onlar eee o Galiçe Cephesi’ne yaptığı çünkü savaşı başka hiç görmüyor.

    Zvig sonra dönünce savaş arşivlerinde dergi falan çıkarıyorlar ve hatta biraz böyle ortadan bir dergi çıkarma çabası var ama o iş olmuyor. Hatta demin söz ettiniz, siz biraz böyle bildiri yayın yapın dediniz, hiç onlara girmiyor. O dönemde Frederik ile artık evli değiller ama beraber yaşamaya başlıyorlar. Onların çocukları vesaire var. Zvig biraz askerliğin ekmeğini yiyor diyeceğim. Ekmek lafında bunu ciddi söylüyorum.

    Tam ekmeğini yeme durumu şöyle: Savaşın ikinci döneminde, artık 15-16 gibi, ekmek sıkıntısı başlıyor Viyana’da. Zvig asker olduğu için, en azından üniforması olduğu için onların durumu farklı. Karneli ekmek alabiliyorlar ve Frederik çok şey anlatıyor onu: “Zvig üniformasıyla, elinde ekmekle eve gelişini beklerdik,” diyor. Çünkü başka bir ekmek bulma mekanları yok.

    Ve böyle bir devam ederken yine mecburiyete bağlayacağım birazcık. Frederik'in kayınpederi o sırada tam boşanma aşamasında, çok seviyor gelinini. O da Savaş Bakanlığı’nda üst düzey bir adam. Frederik’in eşinin sonradan evleneceği kadının babası. Onun yardımıyla Zvig’i İsviçre’ye gönderiyorlar. Görevi de şu: O dönemde artık imparator ölmüş. Yerine genç bir prens geçiyor; Karl geçiyor. İmparator oluyor ve Avusturya artık savaşın dışına çıkmak için yoklamaya başlıyor. Almanya'nın savaşı kaybedeceğini fark ediyor, 16'nın sonları gibi. Batılılarla konuşma çabaları var, “Ya biz buradan çıkalım, çok adam kaybettik,” diyorlar. Yani imparatorlukta alacak korkusu artık yaklaşmaya başlıyor. Zvig biraz da öyle bir çabayla, barış girişimlerine katkısı olabilir diye İsviçre’ye gönderilen insanlardan bir tanesi. Oradaki entelektüellerle görüşecek, bir şeyler yapacak gibi bir beklenti var. Bir yıla yakın bir zaman geçiriyor orada ve artık beklendiği zaman Avusturya’ya eleştirilmeye de başlanıyor. Artık Zvig, ya bu adam ünlü bir adam, tanınan bir adam yani böyle...

  • 43:20 Ada, tam boşanma aşamasında, gelinini çok seviyor. O da Savaş Bakanlığı'nda üst düzey bir adam. Frederika'nın eşinin, sonradan evleneceği kadının babası. Onun yardımıyla Zan'ı İsviçre'ye gönderiyorlar. Görevi de şu: O dönemde artık imparator ölmüş. Yerine genç bir prens, Karl geçiyor ve imparator oluyor. Avusturya, artık savaşın dışına çıkmak için yoklamaya başlıyor. Almanya'nın savaşı karşı kaybedeceğini fark ediyorlar; bu, 1916'nın sonları gibi. Batılılarla konuşma çabaları var. "Ya biz buradan çıkalım, çok adam kaybettik; imparatorluk da alacak," korkusu artık yaklaşmaya başlıyor. Zwiik, biraz da öyle bir çabayla barış girişimlerine katkı sağlamak amacıyla İsviçre'ye gönderilen insanlardan bir tanesi.

    Oradaki entelektüellerle görüşecek ve bir şeyler yapacak, gibi bir beklenti var. Bir yıla yakın bir zaman geçiriyor orada ve artık beklenildiği zaman, Avusturya'ya eleştirilmeye de başlanıyor. Zwiik, tanınan bir adam; yani bilinen birinin İsviçre'ye gitmesi gibi değil. Savaş kaçağı olarak adı çıkıyor. O dönemde bağlantılar sayesinde, No Press'in İsviçre temsilcisi oluyor. Oradaki kalışını uzatmak için, mecburiyette yazılan şeyler ve oradaki celbi geciktirme çabaları ve bunu başarmasıyla savaşı içeride bitiriyor. 1918'de savaşı neredeyse iki yıl, 15-16 ay kadar İsviçre'de geçiriyor.

    Orada pasifist bir oyunu var, Azg'ın. İngilizcesi "Jeremiah" diye bir oyun. Sanıyorum Türkçesi "Yeremya". Peygamber galiba. Evet, Yeremya. O, Yahudilerdeki Kassandra'ya benzer bir karşılık. Sürekli olarak kehanetler doğru, ama kimsenin hoşuna gitmediği için adamı dinlemiyorlar. Hatta hakaret bile ediyorlar.

    Yeremya'nın oyununu yazıyor ve şöyle ilginç bir durum ortaya çıkıyor: Yeremya, İsviçre'de sahneleniyor. Çok pasifist ve barışçı bir oyun. Savaş devam ederken yayınlanıyor ve No Fry Ple de oyunla ilgili çok mükemmel bir eleştiri yazısı çıkıyor iki gün sonra. ProK yazıyor bunu. "Ya bu eleştiriyi yazanın büyük ihtimalle Zwiik olması lazım," diyor. Çünkü oradaki muhabir o, diyor. Kendi oyununa mükemmel bir eleştiri yazıyor.

    Zwiik hakkında saatlerce konuşabiliriz. Siz de biliyorsunuz, çok seviyorsunuz. Ben de çok seviyorum ZKEK'la ilgili konuşmayı. İsterseniz burada duralım. Sonraki bölümde, Dünya Savaşı’ndan sonra neler yapmış, sürgünde neler yaşamış, nasıl ölmüş, onları konuşuruz. Evet, asıl hikaye zaten Dünya Savaşı'ndan sonra başlıyor: Avrupa'da faşizmin yükselişi, Zwiik'ın ülkesini terk etmesi ve Avrupa'da hayatta kalmaya çalışması... Asıl ilginç kısımlar biraz da burada. Onu bir sonraki programa bırakalım. Çok teşekkürler Korgün abi. Ben de çok teşekkür ederim Burak hocam. Görüşmek üzere.

    [Müzik]

  • 45:21 Bir eleştiri yazısı çıkıyor, iki gün sonra. Eş şey diyor, sanıyorum ProK yazıyor onu. Bu eleştiriyi yazanın büyük ihtimalle de Zwike olması lazım, çünkü oradaki muhabir o diyor. Ne derler? Kendi oyununa mükemmel bir eleştiri yazısı yazıyor. Zıv Zwiik hakkında saatlerce konuşabiliriz. Yani siz de biliyorsunuz, ben de çok seviyorum ZKEK'la ilgili konuşmayı.

    İsterseniz burada duralım. Sonra kalan bölümünde, Dünya Savaşı'ndan sonra neler yapmış, sürgünde neler yapmış, nasıl ölmüş, onları konuşuruz. Evet, asıl hikaye zaten Dünya Savaşı'ndan sonra başlıyor. Avrupa'da faşizmin yükselişi, Zigg'ın ülkesini terk etmesi ve Avrupa'da hayatta kalmaya çalışması, asıl ilginç kısımlar biraz da burada.

    Onu bir sonraki programa bırakalım. Çok teşekkürler, Korgün abi. Ben de çok teşekkür ederim, Burak hocam. Görüşmek üzere.

    [Müzik]

İşaretlediklerim