Bu hafta da Şandor Marai'den bahsedeceğiz; son zamanlarda ülkemizde popüler olan bir Macar yazar. Tabii bunda Yapı Kredi Yayınları'nın da etkisi büyük. Çünkü Şandor Marai ilk defa Türkiye'de basılmıyor; daha önce de çeşitli yayınevleri Marai’nin kitaplarını bastı. Fakat özellikle Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan "İşin Aslı: Judit ve Sonrası" kitabı gerçekten büyük ses getirdi. Yazarın başka kitapları da talep edildi yayınevinden. Bunun üzerine yeni kitapları da çevrildi, Türkçeye kazandırıldı.
Hakikaten Marai, çok geç keşfedilen bir isim. Sadece Türkiye'de değil, Amerika'da da keşfedilen bir yazar. Sanırım Korgün abi ondan bahsedecek. Fakat ben yüksek bir lezzet alarak okumuştum; yani yüksek bir edebiyat okuyormuş hissi yaşamıştım Marai'yi okurken. 2021 senesi, Covid olduğum sırada evde hasta yatarken "İşin Aslı: Judit ve Sonrası" kitabını okumuştum.
Gerçekten, 1920'ler, 30'lar, 40'lar Orta Avrupa burjuva hayatını, özellikle çok incelikli bir şekilde anlatıyor. Sadece bu hayatın aksesuarlarını değil, bir burjuvanın hayata nasıl baktığını, bir üst burjuvanın tabii hayata nasıl baktığını da çok başarılı bir şekilde yansıtan bir yazardı. Kadın-erkek ilişkileri üzerine burjuva ailelerinin baba-oğul ilişkileri üzerine çok incelikli tespitleri var Marai’nin.
Tabii, Şandor Marai olarak ben hep telaffuz ediyordum. Korgün abi birçok Macarla temasa geçip doğru telaffuzunu öğrendi. Birazdan kendisi de söyleyecek; biz de öğreneceğiz ondan. Kısacası, 1900 yılında Macaristan Krallığı'nda doğan ve 1989 senesinde San Francisco'da vefat eden bir yazardan bahsediyoruz.
Kendi tanıklığıyla, yani baştan sona Soğuk Savaş'ın bitimine kadar kendi tanıklığıyla geçirmiş bir yazar. Kalemi gerçekten çok kuvvetli, çok güçlü metinler ortaya koyuyor. Bu güçlü metinleri ortaya koyarken de arkada mutlaka bir siyasal atmosfer var. Mesela, "Buda'da Bir Boşanma" kitabında Macar komünistlerinin gizli gizli örgütlenme korkusu; onun orta sınıf insanlar üzerinde yarattığı korku çok iyi işleniyor.
Yine benim hatırladığım "Judit" kitabında, I. Dünya Savaşı'nda şehirler bombalanırken sığınaklara giden insanların yaşadığı endişe ve korkular, o yıkılmışlıklara rağmen bir burjuva erkeğin yıkılmaması; her şeyini kaybetmesine rağmen diğer insanlar arasında parlaması gibi olgular işleniyor.
Özellikle imtiyazlarını kaybetme korkusu yaşayan erkekler üzerinden, hayatlarını devam ettirmeye çalışan kadınlar; ya bir şekilde onlarla evlenerek ya da onlarla ilişki kurarak hayatlarını devam ettirmeye çalışıyorlar. Böyle bir dünya, hem sosyal hem siyasal arka planı çok başarılı bir şekilde anlatıyor. Olaylar arkada devam ediyor fakat insani ilişkiler de bize yansıtılıyor.
İsterseniz Korgün abi başlayalım. Siz bize Şandor Marai'nin hayat hikayesini anlatın, isterseniz. Ondan sonra kitaplar üzerinden konuşmaya devam ederiz.
İmtiyazlarını kaybetme korkusu yaşayan insanlar, bu erkekler üzerinden hayatlarını devam ettirmeye çalışan kadınlar – ya bir şekilde onlarla evlenerek ya da onlarla ilişki kurarak – hayatlarını böyle devam ettiriyorlar. Hem sosyal hem siyasal arka planı çok başarılı bir şekilde anlatıyor. Olaylar arkada devam ediyor fakat insani ilişkiler de bize yansıtılıyor.
İsterseniz Korgün abi, başlayalım. Siz bize Şandor Marai'nin hayat hikayesini anlatın. İsterseniz, ondan sonra kitaplar üzerinden konuşarak devam ederiz.
Harika! Burak hocam, siz çok güzel bir giriş yaptınız. Önce size bir kere daha teşekkür etmek istiyorum. Çünkü ben, dediğim gibi, Xandor Mari’yi tanımıyordum daha önce. Sizin sayenizde tanıdım. Bu proje sırasında yazarlardan konuşurken siz sözünü ettiniz. Ben de onun üzerine ilk e-kitabını elde ettim. Kitapları bulmak kolay değil. Şandor Marai'nin Amerika’da hep böyle okunmuş kitap sitelerinden ikinci el, az kullanılmış kitaplar bulunabiliyor. Hepsi de değil, bir kısmı çok değerli ve az bulunanlar. Bir kısmı daha kolay elde edilebilir.
İsminden başlayalım isterseniz. Dediğiniz gibi, benim bir Macar arkadaşım var. Beyin cerrahı arkadaşım var. Onunla tanışmamızın da hikayesi biraz ilginç. Tümör Konseyi öncesinde ben ismini gördüm listede; tanışmak için yanına gittim. Soyadını söylemeye çalıştım, tahminen söylenmeye çalıştım. Soyadı, ilginç, ünlü bir Macar karakterinin soyadı. Çünkü kodlayacağım Niğde, Ankara, Giresun, Yozgat diye bir soyadı var. Ben kendimce soyadını söylemeye çalıştım, o düzeltti beni. İsmi Lazlo, Lazlo Naj dedi. G ve Y yan yan yana geldiği zaman J harfini oluşturuyormuş. Macarca’da Imren Nagi değil, Imreaj yani. Evet, Imreaj.
Bu Macar elçiliklerinin falan dışında kapıda yazılı görürüz, hep “Mager” diye okunan şey aslında “Macar” diye okunan bir şey. O yüzden bu projeye başlarken Lazlo'yu aradım telefonla, dedim "Şandor Marai’nin adını nasıl söylüyorsun, bir Macar nasıl söylüyor?" diye. Size de gönderdim. İsterseniz şimdi şuradan çalayım; dinleyiciler de bir Macarın Şandor Marai'yi nasıl söylediğini duysunlar.
Şandor Marai'yi herhalde duyuldu, değil mi hocam? Evet, evet duyuldu. Bu Macarca ile ilgili de şöyle bir şeyim oldu. Bu internette telaffuz siteleri var, benim de kullandığım bir tanesi var. Her dilden, o dili ana dili olarak konuşan insanların telaffuzları var. Oradan öğrenmeye çalışıyorum bazı şeyleri. Macarca’da her sözcüğün ilk hecesi vurgulanıyor. Vurgu her zaman ilk hecede; aynı Fincede olduğu gibi. Fakültesinde okurken Finlитеdefin सहभागिता.
E, G ve Y yan yana geldiği zaman J harfini oluşturuyormuş. E macarca "Imreaj" değil, "Imreaj." Evet, "Imreaj." Bu, Macar elçiliklerinin falan dışında kapıda yazar görürüz hep. "Mager" diye okunan şey aslında Macar diye okunan bir şey.
O yüzden bu projeye başlarken Lazlo'yu aradım telefonla, dedim ki "şeyi kaydedelim. Sen nasıl söylüyorsun? Bir Macar nasıl söylüyor Şandor Mari'nin adını?" Size de gönderdim. İsterseniz şimdi şuradan çalayım, dinleyiciler de bir Macarın "Şandor Mara"yı nasıl söylediğini duysunlar.
"Şandor Maro"yu herhalde duyuldu, değil mi hocam? Evet, duyuldu. Bu macarca ile ilgili de şöyle bir şeyim oldu: Bu internette telaffuz siteleri var. Benim de kullandığım bir tanesi var; her dilden, o dili ana dili olarak konuşan insanların telaffuzları var. Oradan öğrenmeye çalışıyorum bazı şeyleri.
Macarca'da her sözcüğün ilk hecesi vurgulanıyor. Vurgu her zaman ilk hecede. Aynı Fince'de olduğu gibi. Fakültesinde okurken Finlandiya'da bir ay zaman geçirmiştim. Çok etkilemişti beni. Dillerindeki bu müzikalite, her sözcüğün ilk hecede vurgu var. Macarca zaten dil ailesi olarak çok yakın; Macarca ve Fince.
Dediğiniz gibi, bu dönemin yazarları aslında aynı düzeyde olduğu gibi bir aşamada belki Kafka'yı bile düşürebilir. Bunlar aslında, aynı imparatorluğun tebası olan insanlar. Öyle doğuyorlar. Hayat boyunca ülkeleri birkaç kere değişiyor.
Şandor Mari'nin travmalarından biri, doğduğu yerin artık yaşayabileceği bir yer olmaması. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun bir tebası olarak dünyaya geliyor 1900 yılında. Fakat öyle kritik bir zaman ki, az önce sizin dediğiniz gibi, 1900-189 arasında yaşıyor. Yani iki Dünya Savaşı, imparatorluğun yıkılışı, ülkede rejimin en az üç kere değişmesi...
Macaristan'da şimdi tahminen söyledim, belki daha fazladır. Dördüncüyü unuttum, dört kere değişmesi hayatı boyunca ve Soğuk Savaş'ın bittiği sene tam Macaristan açılırken, hayatına intihar ederek son veriyor. 1989'da yine bir intihar. Evet, yine bir intihar ama en azından yanında kimseyi götürmüyor. Şandor kendi hayatını sonlandırıyor ve büyük travmalarından biri, romanlarında var. Biyografisi diyebileceğimiz bir kitabında da o travma hep var.
Yukarı Macaristan'da doğduğunu söylüyor. Yukarı Macaristan dediği yer, günümüzde Slovakya topraklarında kalan bir bölge. Ve bizim Beşiktaşların, daha doğrusu hep "Kösiçe" dediği şehirde doğuyor. Onun doğrusu da "Köşçe" imiş. O oranın Macarca adı da Kahşa. Orada doğuyor; fakat Dünya Savaşı'ndan sonra artık orası Slovakya toprağı olduğu için aile anladığım kadarıyla ciddi miktarda da toprak ya da mal mülk bırakarak ayrılıyor.
Biyografisini okurken de Burak hocam şöyle bir şey gördüm; kendisi hiç bahsetmiyor bundan. Komünizm sempatisi olan biri, başlangıçta, bu biliyorsunuz, Dünya Savaşı'ndan sonra Macaristan'da çok kısa süren bir Béla Kun'un liderliğinde bir...
Ve bizim Beşiktaşlıların, daha doğrusu hep Kösiçe dediği şehirde doğuyor. Onun doğrusu da Köşçe'miş. Oranın Macarca adı da Kahşa. Orada doğuyor. Fakat, dünya savaşından sonra, artık orası Slovakya toprağı olduğu için aile, anladığım kadarıyla ciddi miktarda toprak ya da mal mülk bırakarak ayrılıyor.
Biyografisini okurken, Burak hocam şöyle bir şey gördüm: Kendisi hiç bahsetmiyor bundan. Komünizm sempatisi olan biri olarak, başlangıçta, biliyorsunuz, dünya savaşından sonra Macaristan'da çok kısa süren bir Béla Kun liderliğinde bir komünist devlet denemesi var. Bir yıldan kısa süren bu döneme yakın olduğuna dair bir şey okudum Wikipedia'da, ne kadar doğru bilmiyorum. Kendisinin o konuda bir kaydı yok.
Yazarlığıyla ilgili şunu da söylemem lazım: Ben bir edebiyatçı değilim tabii ki. Sadece bir okur olarak lezzet almaya çalışan biriyim. Ama benim esas ilgi duyduğum şey, bu kitaplar nasıl, hangi şartlarda yazıldı, yazarlar neler yaşadı. O dönemde birinci derecede tanıklık edebilen insanların kayıtları benim için çok önemli.
Mesela Zwi'dan bahsederken, Zwi'ın bence en üst eseri değil ama en anlamlı eseri "Dünün Dünyası" kitabı, çünkü çok önemli bir dönemi birinci ağızdan, tabii ki sübjektif olarak anlatıyor. Mari'yi okumaya başlayınca da ilk bulabildiğim kitabı, "Ester'in Mirası"ydı. O da biraz Rus romanı tadı var. Kitapta, servetini kaybetmiş, gücünü kaybetmiş tam çarlık döneminin sonlarında geçen hikayeleri biraz andıran bir havası var.
O kitabı okurken, "Ya dedim, acaba bu adam ne yaşadı, biyografisini bulabilir miyim?" diye önce onu araştırdım. Yok, henüz biyografisi yazılmamış. Şandor Mari'nin ya da ben yazılsa da benim ulaşabileceğim bir şey değildi galiba. Fakat büyük bir şansla şeyi buldum: İngilizceye "Macaristan'ın Hatırası" diye çevrilmiş bir kitabı var Şandor Mari'nin. 1944-1948 arasında, anlattığı birinci elden bir eser. Bence çok değerli bir kitap.
Çünkü yüksek gözlem, doğal olarak romancı olduğu için yazılma kabiliyeti olan birinin tam içinde yaşadığı olayları anlatabildiği bir eser. Macarca adı da biraz kabaca çeviriyorum tabii yani "vatanım vatanım" ya da "toprağım toprağım" şeklinde ikileme var. İngilizceye "Macaristan'ın Hatırası" olarak çevrilmiş.
Bu kitap üç bölümden oluşuyor; birazdan belki daha ayrıntılı konuşuruz. İlk bölümü tam Almanların Dünya Savaşı'nda Macaristan'ı işgal ettiği gece başlıyor, 1944'ün Mart ayında. Yine birazdan notlarımdan söyleyeceğim.
Çünkü yüksek gözlem yeteneğine sahip, doğal olarak romancı olduğu için yazma kabiliyeti olan birinin, tam içinde yaşadığı olayları anlatabildiği bir eser. Macarca ismi biraz kabaca çevirdiğimde, "Vatanım, vatanım" ya da "Toprağım, toprağım" diye bir ikilem var. İngilizceye "Macaristan'ın Hatırası" olarak çevrilmiş. Üç bölümden oluşuyor bu kitap. Belki birazdan daha ayrıntılı konuşuruz.
İlk bölümü, tam Almanların Dünya Savaşı'nda Macaristan'ı işgal ettiği gece başlıyor; 1944'ün Mart ayında. Yine birazdan notlarımdan söyleyeceğim. Bizi izleyenlerin hepsinin bildiğine eminim ki, Macaristan, Nazilerle ittifak halindeydi Dünya Savaşı sırasında ve gerçekten çok ciddi bir Nazi sempatisi var Macaristan'da. İktidardaki parti de bir Nazi partisiydi. Ayrıca onların çok aktif bir paramiliter, hatta militer gücü var. Bu meşhur filmlerde gördüğümüz ok ve haç grubu, buross grubu bir terör estiriyorlar ülkede.
1945'te Almanlar, Doğu Cephesi'ndeki değişikliklere bağlı olarak Macaristan'ı işgal etmeye karar veriyorlar Mart ayında. O dönemde yazmaya başlıyor. Daha sonra savaşın sonucu değişince, tabii ki Ruslar gelince, tam Ruslar Budapeşte'yi kuşatmadan önce, pek çok insanla beraber Budapeştin dışına çıkıyor. Kuşatma sırasında dışarıda geçirdiği zaman, o dönemin anlatısı bence çok nadir. Benim okuyabildiğim birinci el kaynaklardan biri, oradaki güç dengesinin nasıl değiştiği ve insanların tepkilerini anlatıyor.
Erkeklerin durumu, kadınların durumu, gelen Rus askerlerini gözleyişleri... Hep Rus diyorum ama gelenlerin hepsi Rus değil tabii; Ukraynalılar, Orta Asyalılar, Özbekler vesaire. Onların kendi aralarındaki dinamikleri hep birinci elden anlatıyor, çünkü onlarla beraber yaşıyor. Aynı evde yaşıyorlar, evleri işgal ediliyor.
Şandor'un pek çok ev gibi kaldığı ev de işgal ediliyor. Daha sonra Budapeşte düştükten sonra tekrar dönüşü ve oradaki savaş sonrası insanların uyum sağlamaya çalışma çabaları, iktidarın değişmesi, Kızıl Ordu'nun gelişi... Macaristan, nispeten diğer ülkelere göre daha yumuşak bir ilişki yaşıyor. O dönemde kendi pozisyonu, yazarlığa bakışı ve ayrılış kararını alma süreci. Çünkü Macaristan'ın ayrılması 1948'de, yaklaşık 3 sene kadar yaşıyor savaş sonrası ortamda. O ortamı yaşıyor ve rahat anlatıyordu.
Bir gün, herkes sığınaklardayken şişman bir kadının diyetini düşündüğünü anlatıyordu. Doğru, mesela o anı okurken kahkaha atmıştım. O gerçekten... Hangi kitapta okudunuzu hatırlıyor musunuz?
Ve daha sonra, Budapeşte düştükten sonra Budapeşte'ye dönüş ve oradaki savaş sonrası insanların uyum sağlamaya çalışma çabaları ve iktidarın değişmesi; Kızılordu'nun gelişi. Macaristan, nispeten daha aslında yumuşak bir ilişki yaşıyor, diğerlerine göre. Bazı örneklerine göre o dönemde kendi pozisyonu, yazarlığa bakışı ve ayrılış kararına alışı; çünkü Macaristan'ın ayrılması 1948, yaklaşık 3 sene kadar yaşıyor o savaş sonrasında o ortamı.
Rahat anlatıyordu Korgün abi. İşte herkes sığınaklardayken şişman bir kadın diyetini düşünüyormuş. Doğru, mesela o ben kahkaha atmıştım okurken. O gerçekten, hocam, o hangi kitapta okudunuz, hatırlıyor musunuz?
O, şeyde, Judit; Evet, Türkçeye "Judit" diye çevrilen kitap, sanıyorum benim şeydi, okuduğum kitap. E, bir evlilikten portreler diye çevrilen İngilizce. Evet, olmalı. Çünkü şimdi karşılaştığınız o kitapta üç ana karakter var. Birinci karakter, değil mi? O kitap. Ha, Judit de şey; zaten o kitapta hizmetçi rolündeki. Evet, tamam, aynı kitap.
Bir kitap daha okumuş o zaman. O tamamen, ben bu kitabı arka arkaya okudum. E, otobiyografisine Judit diyeyim ben de. Judit'i arka arkaya okudum; neredeyse aynı olaylar. Yani orada anlattığı olayların tamamı doğru. Çünkü hep otobiyografisinde anlattığı şeyleri anlatıyor orada.
Sığınaklardaki hayat, insanların uyum sağlaması ve böyle çok inanılmaz şeyler yaşıyor insanlar. Bir taraftan dediğiniz gibi diyet peşinde olanlar var, bir taraftan bazı insanlar bazı şeylerin yokluğunu hiç çekmediler diyor. Yani lüks restoranlar açık kaldı, efendim işte Fransa'dan şampanya gelmeye devam etti falan gibi çok enteresan gözlemleri var Şandor'un. O, o etkileyici; o benim de en beğendiğim kitabı o oldu açıkçası. Evet, çok yüksek edebiyat o. Kesinlikle, birçok da değişik bir teknik. Daha önce hiç okuduğumu hatırlamıyorum böyle bir kitap.
Aslında anlatıcı dört kişi; o kitapta dört farklı insan, aynı olayları farklı gözlemlerle aktarabiliyorlar. Ama bunu başarabilmek, dediğiniz gibi, çok zor bir şey. Her birine dışarıdan bakmaya çalışarak olabildiği kadar objektif bir şekilde yıllar sonra Orhan Pamuk'un "Benim Adım Kırmızı"da denediği çekiş olabilir. Türlerin yaratıcısı kim, bilmiyorum tabii.
Kandor Mari'nin çıkmazlarından biri de kendisinin çok üzerinde durduğu bir şey; bu biyografisinde dili, ana dili, ortamın yazı yazmasına izin verip vermemesinden bağımsız olarak o şeyi çok yaşıyor. Macaristan'da kalıp yazmaya devam edebilir, belli tavizler vererek 1945 sonrasında. Çünkü giderek baskı artıyor; kitap toplamaları falan başlıyor. Onun döneminde başlıyor tabii. Ve şeyler başlıyor artık. Eee, örneğin bir yazı...
Evet, çok yüksek edebiyat. Kesinlikle, çok farklı bir teknik. Daha önce hiç okuduğumu hatırlamıyorum, böyle bir kitap. Aslında anlatıcı dört kişi; o kitapta dört farklı insan aynı olayları farklı gözlemlerle anlatıyor. Ancak bunu başarabilmek, dediğiniz gibi, çok zor bir şey. Her birine dışarıdan bakmaya çalışarak, olabildiğince objektif bir şekilde yıllar sonra Orhan Pamuk'un "Benim Adım Kırmızı"da denediği bir şey olabilir. Türün yaratıcısının kim olduğunu bilmiyorum tabii ki.
Márai’nin çıkmazlarından biri, kendisinin çok üzerinde durduğu bir şey; bu, biyografisinde dili ana dili ortamında yazı yazmasına izin verip vermemesinden bağımsız olarak yaşadığıdan bahsediyor. Macaristan'da kalıp yazmaya devam edebilir, belli tavizler vererek. 1945 sonrasında çünkü baskı giderek artıyor. Kitap toplama olayları falan başlıyor; onun döneminde bunun başlangıcı oluyor. Artık yazdığı kitapların gelen eleştirilerinden bir sonraki adımını seziyor. Çünkü parti, eleştirileri yazanlar üzerinde baskı yapmaya başlıyor. Eleştirilerin bir ajandası var.
Márai’nin birinci çıkmazı bu. İkinci çıkmaz ise daha genel bir sıkıntı, ama onun bunu nispeten az yaşadığını görebiliyoruz. Savaştan önce Macarca yazıyor; bu, ciddi bir sıkıntı.
Belki ileride konuşuruz, sizi ikna edersem. O da çok enteresan bir yazardır. Köstler, ünlü bir Macar yazar. Macar diyorum ama, Macarca yazmaya başladıktan sonra Almanya ve Avusturya'da yaşayarak Almancaya geçiyor; hepsinde de roman yazıyor. Yani olağanüstü bir yetenek.
Daha sonra 40'lı yaşlarının ardından İngilizceye geçiyor. İngilizceyi yazarak son 30-40 yılını devam ettiren biri. Ve hepsinde edebi eser verebilecek kadar hâkim olan bir dil.
Márai, iyi eğitimli bir aileden geldiği için Leipzig'e okumuş, İtalya'da zaman geçirmiş, Paris'te yıllar harcamış. Yani, İtalyanca, Fransızca, Almanca bilen, okuyabilen ve yazabilen bir insan. Fakat, Macarca neredeyse aşık olduğu bir dil. O konuda çok uzun pasajları var, otobiyografisinde Macarca'nın nereden geldiğinden, dilin esas sahiplerinden bahsediyor.
Beni öyle etkiledi ki, hiç daha önce adını duymadım ve muhtemelen okuyamayacağım bazı yazarların kitaplarını da buldum. Aldım. Onun sözünü ettiği, kendisine "unutulmuş" olarak nitelendirdiği bazı yazarların üzerinde durduğu şey; “Bu dili sadece onun yaşadığı dönemde 78 milyon insan okuyabiliyordu. Ben bu ülkeyi terk edersem, benim kitaplarım buraya gelme imkanı yok” diyor.
Hepsinin korkusu bu: Diliyle para kazanan insanların en büyük korkularından biri, travmalarından biri, vatanlarını ve dolayısıyla dillerini kaybetmeleri. Bu, onun çok mutsuz bir hayat yaşamasında etkili oldu. Çünkü yazabildiği dili okuyacak insan yok.
Bu sanıyorum Türkçe "Kıvılcımlar" olarak çevrilen kitap. Amber, İngilizcesi. Bu kitabın "Mumlar Sonuna Kadar Yanar" diye çevrildiği galiba, değil mi? Evet, doğru söylüyorsunuz.
Edebiyat öğretmeni Burak hocam, bu kitabı ilginç bir şekilde arka arkaya okudum ve düşündüm, “Acaba aynı yazar mı?” diye. İtiraf edeyim, yani bu kitabı yazan insan aynı yazar mı diye merak ettim. Sonradan şunu fark ettim; bu kitap şöyle bir sıkıntı yaşıyor; çeviren de ünlü bir çevirmenmiş. Araştırdım, kimin çevirdiğini. Önemli çevirileri olan bir çevirmen. Fakat Almancadan İngilizceye çeviriyor.
Evet, Türkçede de öyle. Şimdi, Kgün abi şöyle bir şey var; mesela ben Özgür Pozan, işte ilk çevirenlerden bir tanesi. "Yürek Yangını"nı çevirmiş, "Parma Kontesi" diye bir kitabı var. Ben bu ikisini okumadım çünkü satış yok şu anda. Ama çevirmenin diğer kitaplarına baktığımızda, Almanca kitapları çevirdiğini görüyoruz. Yani muhtemelen Almancadan çevrilmiştir. Bir de Maray'ın kitaplarını Ankara Üniversitesi Macar Dili Edebiyatı'ndan bir hocamız çevirmiş.
Daha önce hocamızla ulaştık, harika. Evet, yalnız hocanın bilgisayarındaki dosya silinmiş gibi bir durum oldu, yani dosyayı kaybetmiş. Bulamadık bir türlü, maalesef. Daha önce Maray metinleri Türkçeye çevrildi; hatta çok yetkin isimler çevirmiş, anladığım kadarıyla. Fakat bir türlü ticarileşememiş. Yani Maray sevilmemiş Türkiye'de. Çok da fazla o ilk çeviriler ticarileşip yayılmamış.
Şu andaki çevirileri doğrusu hatırlamıyorum. Yani, ona bir bakmak lazım; mevcut çeviriler Macarca'dan mı yoksa Almanca'dan mı? Ona bir bakmak gerekiyor ama o problem var. Yalnız, dediğiniz kitapta, yani bu Türkçeye "Mumlar Sonuna Kadar Yanar" diye çevrilen kitapta hakikaten bir tarz değişikliği var. O çevirmenden kaynaklanmıyor da olabilir; o çok şık bir ötesinde bir kitap. Yani 2020’li yıllarda yazılan bir Norveç romanı gibi. Gerçekten öyle, doğru.
Zihin akışını çok değerli bir şekilde veriyor. Yani postmodern bir zihin akışı yöntemi yok. Gerçekten, bütün önermeleri okuduğunuzda, sistemli düşünce sahibi bir insanın beyninin içerisine girdiğiniz bir kitap bu. Ve olay kurgusu da sonuna kadar kendisini merak ettiriyor, açıkçası.
Yani, ortada bir aldatma hikayesi var. İşte, yakın bir dostuyla karısının ilişkisini öğrenen bir adamın, yıllar sonra karısı öldükten sonra dostuyla görüşmesi ve bir akşam yemeği yemesi… Yani çok da yorucu bir konu değil, ama üzerinde insanların yıllarca düşündüğü ve sürekli aynı senaryo üzerinden giden bir durum.
Doğru, doğru, doğru; zihin akışını çok değerli toplu veriyor. Yani postmodern bir zihin akışı yöntemi yok. Gerçekten, bütün önermeleri okuduğunuzda, sistemli düşünce sahibi bir insanın beyninin içerisine girdiğiniz bir kitap bu. Ve olay kurgusu da sonuna kadar kendisini merak ettiriyor, açıkçası. Yani ortada bir aldatma hikayesi var. İşte, yakın bir dostuyla karısının ilişkisini öğrenen bir adamın, yıllar sonra karısı öldükten sonra dostuyla görüşmesi ve bir akşam yemeği yemesi.
Bu, çok yorucu bir konu da değil ama üzerinde insanların yıllarca düşündüğü ve sürekli aynı senaryo üzerinden gittiği, birbirleriyle konuşurken de o konunun bahsini açmaktan imtina ettikleri bir durum. Yani aslında ikisi de çok yaşlı artık; konuşabilirler. Üzerinde konuşmaktan da artık mesela o heyecanı da duymuyorlar. Yani o kadar yaşlandılar ki, ikisi de artık hani konuşup bu meseleyi bir bağlamanın da bir anlamı yok onlar için.
Onun yerine, meselenin etrafında dönerek işte birbirleriyle hasret gideriyorlar. Neticede, iki arkadaşlar. Mükemmel bir romandı; ben çok beğendim. Çevresini de beğendim ama tarz, hakikaten Maray'ın önceki romanlarından farklı. O gözleminiz çok önemli. Burak Hocam, haklısınız. Ben de şimdi, eee, gözümden tekrar canlandı o sahneler. Çünkü orada okumayanlar için bir spoiler olmaz bu.
İkisinin de orada merak ettiği şey eşinin aldatıp aldatmadığı ya da öbür adama aşık olup olmadığı değil. O çok mükemmel. Sonuna kadar hep ben o insanı merak ediyorum. Acaba... İkisini de merak ettiği şey o değil. Bambaşka bir şeyin peşinde ikisi de. Acaba ne olduğunu söylemeyeyim şimdi.
Burada haklısınız Hocam. Çevirilere gelince, şunu da söylemeden edemeyeceğim. Şimdi bir şey şu oluyor bence: Bir anlam kaybı da ister istemez oluyor bu çevirilerde, kaçınılmaz olarak. Yani bir ana dilden, yani esas dilden çevirseniz de olacak bir anlam kaybı ya da kayması. Örneğin, hevesli birisi bu İngilizceyi kopyadan çevirse, yani bu Maray'ın zihninden çıktıktan sonra, Macarca'dan Almancaya, Almancadan İngilizceye ve İngilizceden Türkçeye çevrilmiş olacak.
Yani, şey biraz kulaktan kulağa oynamak gibi de geliyor bazen bana. Özellikle bu deyimlerin çevrilmesinde biraz sıkıntılı olabilen bir şey gibi geliyor. Onu da konuşmuş olmamız iyi oldu. Son zamanlarda bizim yabancılarla evlenen kızlarımız bu çeviri işlerini çok iyi yapıyorlar. Gerçekten ben bakıyorum, hani isim Türk, isim yabancı. Ve çok hakkıyla, çok kaliteli bir çeviri okuyoruz artık. Çok önemli, çok önemli. Hani hem Türkçeyi çok iyi biliyorlar, çok iyi eğitimli bir sınıf. Yani, hani bu Avrupa'ya ilk giden insanlar gibi değiller.
Örneğin, hevesli birisi bu İngilizceyi kopyadan çevirse, yani bu Mari'nin zihninden çıktıktan sonra Macarca'dan Almancaya, Almancadan İngilizceye ve İngilizceden Türkçeye çevrilmiş olacak. Yani şey, biraz kulaktan kulağa oynamak gibi de geliyor bazen bana, özellikle bu deyimlerin çevrilmesinde biraz sıkıntılı olabilen bir şey gibi geliyor. Onu da konuşmuş olmamız iyi oldu.
Son zamanlarda bizim yabancılarla evlenen kızlarımız, bu çeviri işlerini çok iyi yapıyorlar. Gerçekten ben bakıyorum; hani isim Türk, isim yabancı ve çok hakkıyla, çok kaliteli bir çeviri okuyoruz artık. Çok önemli bir durum bu. Hani hem Türkçeyi çok iyi biliyorlar, çok iyi eğitimli bir sınıf. Yani, hani bu Avrupa’ya ilk giden insanlar gibi değiller; mavi yakalı değiller, daha beyaz yakalı, daha entelektüel bir sınıf. Orada evleniyorlar, bir hayat kuruyorlar ve ikinci dili öğreniyorlar, onu da çok iyi öğreniyorlar. Çünkü aile hayatlarında kullanmaları gerekiyor, anladığım kadarıyla.
Dolayısıyla, hakikaten son dönemde çok iyi metinler okuyoruz. Özellikle ben İskandinav edebiyatı takip ettiğim için açıkçası böyle bir durum var. Bu açıdan şanslıyız Türkler olarak. Evet, çok önemli bir şey söylediniz. Bu konuşulan dili beyaz olarak çevirme de çok önemli.
Bu bahsettiğiniz kitap, evet, bu gerçekten dikkatimi çeken bir kitap ve ilginç şekilde bu kitap, duvar yıkıldıktan sonra basılabiliyor Macaristan'da 1990’da. Evet, bunu duymuştum. Şeyin ölümünden sonra, Mari'nin, hatta Mari davet ediliyor Macaristan’a, tam duvar yıkılmadan birkaç ay önce. Fakat çok sağlığı bozuk, gelemediğini söylüyor ve o prensibine çok bağlı; “gitmeden, komünistler gitmeden ben dönmem” gibi bir durumu da var. Bir liberal çekişi var.
Yani, ilk başlarda tabii sol gruplarla ilişkisini ilk defa duyuyorum ama bilindiği anlamda, Zwiik'ta da gördüğümüz, Avrupalı liberal, özgür düşünceye hürmet eden, radikalizmden çok hoşlanmayan bir çizgisi var. Ama çok talihsiz; yani faşizm ve komünizm arasında yaşamak zorunda.
Öyle değil mi? Kesinlikle öyle. Hatta bu kitapta yine, ben haddimi aşmadan sadece sözünü edeceğim çünkü felsefe bilgim çok yüzeysel. O döneminde, çok kızgın Avrupa'daki filozoflara, 1945-50 arasında, özellikle hatta 55'e kadar filan, çok kızgın. Bu kitabı yazışı da 1948’i anlatıyor ama 72 civarında yazdığını anlıyorum, anlattığı olaylardan. Yani, 70'li yaşlarında tamamladığı bir kitap bu hikayesi, özellikle Sartre'a çok bölüme ayırdığı bir kitap bu. Anladığım kadarıyla Sartre ve çevresinin söylediği şey şu: İşte artık sınıf farkları ortadan kalktığı için, çok yüksek bir sanat ve edebiyat görme imkânımız olacak gibi. Onun argümanı da tam tersi. Birincisi, şuna kızgın; “Yani bunun içinde yaşayan biziz,” diyor. Şeyin içinde, “hani bu içinde yaşayan biziz,” diyor.
Şey, döneminde Avrupa'daki filozoflara özellikle 1945-50 arasında, hatta 55'e kadar, çok kızgın. Bu kitabı yazışı da 1948'i anlatıyor ama 72 civarında yazdığını anlıyorum. Anlattığı olaylardan, yani 70'li yaşlarında tamamladığı bir kitap bu. Özellikle Sartre'a çok bölüme ayırdığı bir kitap. Anladığım kadarıyla Sartre ve çevresinin söylediği şey, "Artık sınıf farkları ortadan kalktığı için çok yüksek bir sanat ve edebiyat görme imkânımız olacak." gibi.
Onun argümanı da tam tersi. Birincisi, şuna kızgın. "Bunun içinde yaşayan biziz," diyor. Hani Paris'te ya da başka bir yerde yaşayıp bu sistem hakkında konuşmalarına bayağı kızgın, anlaşılabileceği şekilde. İkincisi de, yüksek sanatın ya da sanatın yeşermesi için gerekli ortamın tam aksine, sınıf farklarının olduğu ve büyük bir orta sınıfın bulunduğu bir toplumda olabileceğini, nedenleriyle tarihsel nedenleriyle anlatıyor. O, etkileyici yani. Bu yüzden, sadece buna bir otobiografi diye bakmamak lazım. Tarih kesinlikle çok ağır şekilde var bu kitapta. Edebiyat da çok fazla var. Macar edebiyatı hakkında çok fazla şey öğreniyorsunuz; bir de felsefe de var, doğal olarak. Bu, Bergson'dan, Sartre'dan falan, çok bahsettiği bir kitap.
Bu, 1989, yapımımızı bir filmin posteri. Bu, Army Müller Ştal'ın oynadığı bir film. Bu, müzik kutusu. Bu, Macaristan geçmişine bakan bir kitap.
Değindiğim Ok ve Haç grubunun yaptığı eziyetler... Daha sonra Avrupa'da çok olan bir şey, Amerika'ya kaçıyorlar. İşte bunlar araştırılıyor, çıkıyor vesaire. O dönemi öğrenmek isteyen insanlar için, giriş için güzel bir film olabilir diye düşündüm. Film de güzeldi, kaliteliydi; o yüzden bunu koydum buraya.
Hocam, bir de yine benim esas ilgim, bu şeyde edebiyat; muhakkak okuyorum ama daha çok ilgilendiğim konu bu tarih. Mari'yi özellikle biyografisini elde edince de çok heyecanlanmamın sebebi bu oldu. Çünkü bu kitap, beni çok etkileyen bir kitaptır. "Vahşi Kıta" olarak çevrilecek kitap, Keitl diye bir yazarın anlattığı kitabın esas argümanı da şu: "Tamam, Avrupa'daki çalışmalar Nisan 1945'te bitiyor ama, yani savaş hali bir anlamda ya da savaşın travmasının ortadan kalkması birkaç sene sürüyor." En azından birkaç sene sürüyor.
O dönemi anlatan bir kitap bu. 45 ve 48 arasında tam Marin'nin 44-48’i anlatmasına karşılık gelen bir kitap. Çok etkileyici bir kitap ve Marin'nin otobiyografisinin anlattığı şeylerden biri de şu. Biraz meraklandıran şey de o oydu beni; Doğu Avrupa'yı, teknik terimiyle, özgürleştirirken o bölgelerdeki halkların yaşadığı tecrübe çok doğrudan, o ülkelerin savaş sırasındaki pozisyonlarına bağlı. İkincisi...
Hocam, bir de yine benim esas ilgim bu şeyde edebiyat. Muhakkak okuyorum ama daha çok ilgili olduğum konu tarih. Mari'yi, özellikle biyografisini elde edince de çok heyecanlandıran şey bu oldu. Çünkü bu kitap, beni çok etkileyen bir kitaptır. Bu "Vahşi Kıta" olarak çevrilecek kitap, Keitl diye bir yazarın anlattığı kitabın esas argümanı şudur: Tamam, Avrupa'daki çalışmalar Nisan 1945'te bitiyor ama savaş hali, bir anlamda, ya da savaşın travmasının ortadan kalkması birkaç sene sürüyor; en azından birkaç sene sürüyor. O dönemi anlatan bir kitap bu; 45-48 ve tam Marin'nin 44-48'i anlatmasına karşılık gelen bir kitap.
Çok etkileyici bir kitap. Marin'nin otobiyografisinde anlattığı şeylerden biri de şu: Doğu Avrupa'yı teknik terimiyle özgürleştirirken, o bölgelerdeki halkların yaşadığı tecrübe çok doğrudan o ülkelerin savaş sırasındaki pozisyonlarına bağlı. İkincisi de, ırk olarak ne kadar yakınlar Ruslara. Örneğin, Bulgaristan'da çok az kayıt var. Kızılordu'nun kaydedilmiş aşırılığı, çok diplomatik şekilde söylüyorum, fakat Macaristan'ın üzerinden gerçekten geçiyorlar. Savaş devam ederken de sonrasında da, Doğu Almanya zaten çok feci şekilde etkileniyor. Bu kitapta, örneğin, şöyle bir söz vardır: Kayıtlara dayanarak iyi bir çalışma. Bu yazan da zaten bir akademisyen. Almanya ile ilgili olarak 2 milyon sayısını veriyor. Şikayete tabi olarak tahmin edilen tecavüze uğrayan Alman kadın sayısı, yaklaşık o civarda tahmin ediliyor.
Burak hocam, şimdi sohbet ettiğimiz için bunu söylemem lazım; biraz konudan konuya geçiyoruz. Ben, New York'ta çalıştım birkaç sene. Orada da bir iyi arkadaşım oldu; nörolog, benden çok daha büyük, İsrailli. Fakat özelliği şuydu: Tarihe çok meraklıydı. Benim de tarihe meraklı olduğumu anlayınca, her sabah hem vaka tartışmaya hem de muhakkak bir sohbete gelirdi. Her gün 10-15 dakika konuşurduk onunla. Ben de kitaplardan falan bahsediyorum.
Ona, bu saat mevzunu sordum. Çünkü Şand Marini'nin de çok değindiği bir şey bu saat. Şimdi saat, Kızılordu askerlerinin Doğu Avrupa'da geçerken halktan topladıkları ganimetlerin en başlıcası, çünkü nispeten değerli olanları olabilir; saatin altı vesaire ve bir taşıması kolay bir şey. Bir kısmının iki konuda saatler dolu. O şekilde, çok nakite çevrilebilecek bir şey.
Bu fotoğraf, benim derslerde de asistanlara bazen sorduğum bir şeydi: "Bu iki resim arasındaki farkı görüyor musunuz?" diye. Bu, meşhur Almanya'da Berlin'in kurtuluşu sırasında, Reichstag önünde oraya bayrak dikme, yani Kızılbayrağın çekildiği fotoğraf. Şimdi fotoğraflardan biri orijinal, diğeri zamanın tabiriyle rötüşlü; şimdi tabirle Photoshop'lı. Rusya'daki fotoğraf, Rusya'da kaynaklarda kullanılan fotoğrafta ne kadar görünüyor bilmiyorum. Bayraktaki askeri tutan askerin her iki kolunda da saat var, orijinalinde iki kolunda saat var.
Evet, ve bu fotoğraf benim derslerde de asistanlara bazen sorduğum bir şeydi. "Bu iki resim arasındaki farkı görüyor musunuz?" diye. Bu, meşhur Almanya'da Berlin'in kurtuluşu sırasında, Raya'da Alman meclisinin önünde oraya bayrak dikme anını gösteren fotoğraf. Şimdi fotoğraflardan biri orijinal, birisi zamanın tabiriyle rütüşlü, şimdi tabirle Photoshop’lı. Rusya'daki fotoğrafta, kaynaklarda kullanılan fotoğrafta, ne kadar görünüyor bilmiyorum. Bayraktaki askeri tutan askerin her iki kolunda da saat var. Orijinalinde iki kolunda saat var, Rusya'dakinde tek bir saat var.
Bu şeyi sordum bana. Bu İsrailli arkadaşımı sordu. Sormamın nedeni şu; çünkü babasıyla tanıştığını söylemişti bana. Kızılordu'yla beraber Berne'ye ilk giren askerlerden biriymiş babası, bu İsrail arkadaşının babası. Bu saat işini sordum; "Doğru, tabii," dedi. Daha sonra şeyi sordum, yani kadınlara yapılanları sordum başlıca. O da doğru dedi. Yani bunlar hani şey değil, hem kaynaklarda açıkça yazılan ve benim de Hasper Kader olabildiği kadar birinci ağızdan doğruluğunu duyduğum şeyler. Şu da saat hikayesi; iki saatli bir asker.
Bir de Shandor Mari’nin kızgınlıklarından biri de Vatiya, bir kızgınlığı var. Çünkü biliyorsunuz, bu Yalta Konferansı'nda Churchill ve Roosevelt ile beraber Stalin, Avrupa’yı paylaşıyorlar, etki alanları belirleniyor. Hep söylediği şey, bir olay anlatırken Şandor Mari biyografisinde, "Tabii, biz o zaman Yalta'yı bilmiyorduk," diyor. İşte Yalta'dan önce, Yalta'dan sonra gibi hep referansı var. Bu Yalta'yla ilgili okuduğum bir kitap, daha çok Almanya üzerinden Yalta Konferansı ve onun etkilerini, Almanya'daki Soğuk Savaşlar'ı anlatan bir kitap. Meraklı olur diye koyduğum Sizer'ın, çok iyi okunabilen, özellikle bu Doğu Almanya'daki seçimleri falan çok güzel anlatan, yakın anlatan iyi bir kitabı.
Bu da Almanya'nın kaynaklarından biri. Kitapları alır, unutuyorum ben bazen hangi kitabı ne zaman aldığımı. Bu kitap, iki kopya almışım. Hocam, Türkiye'ye gelirken size getireceğim bir kopyasını. Olur, Talib. Evet, Judit'in Türkçe'ye "Judit" diye çevrilen kitabı. Judit'in sonrası, herhalde bu bir evlilik kitabı portal olarak çevrilen kitabı.
Peki, günün abi, 48 sonrası Amerika'ya gidiyor. Çok mutlu olduğu bir hayat değil diye biliyorum. Doğrudan oraya gitmiyor; İtalya dönemi var. Burak hocam sanıyorum, 45 yılı. İtalya dönemi var. Syento ilginç şekilde sanıyorum orada yaşıyor. Bu, Gorki’nin yaşadığı yer. Orada aklıma kalmış ve şey de; Amerika'da mutlu değil gerçekten. Çünkü şey yok, yani yazıyor da, yayınlayabileceği insanlar yok. Çok sık.
Olur, Talib. Evet, Judit'in Türkçe'ye çevrilen kitabı, Judit'in sonrası herhalde, bu bir evlilik kitabı. Portal olarak çevrilen kitapları, Marin'in. Peki, günün abi. 1948 sonrası Amerika'ya gidiyor; çok mutlu olduğu bir hayat değil diye biliyorum. Doğrudan oraya gitmiyor, İtalya dönemi var. Burak hocam sanıyorum, 1945 yılı İtalya dönemi var. Syento ilginç bir şekilde sanıyorum orada yaşıyor. Bu, Gorki'nin yaşadığı yer. Orada aklıma kalmış; Amerika'da mutlu değil, gerçekten. Çünkü, şey yok yani, yazıyor da. Şeyi yok; yazdıklarını yayınlayabileceği insanlar yok. Çok sıkıntılı bir hayatı var.
Tabii şimdi bu kitabı okurken de, hani tamamen Kızıl Ordu'nun bütün felaketlerin kaynağında olduğu gibi bir şey de çıkmasın. Sadece şiddetleri farklı. Bu sahadaki bu meşhur FROM sahnelerinden biri Almanya'da, hani kadınları çekip götürme hikayesi. Soldaki de Napoli'de bir Amerikan askeri, oradaki İtalyan kadınlarla çektirdiği fotoğraflardan biri. Yani işgale uğramak, çok ağır bir travma.
Türkiye'nin yine bu, benim kişisel görüşüm tabii, mucize ötesi bir durum. Türkiye'nin Dünya Savaşı'na girmemesi; etrafında bu kadar karışıklık varken, aynı anda hem Sovyetlerle hem Nazilerle komşu olan bir başka ülke yok. I. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’den başka. Tabii bu Macar faşizmi çok da gelenekçi. Yani, o tabii, tabii. Oradaki ritüellere de çok kıymet veriyorlar, bildiğim kadarıyla. Hani kişilerin günlük pratikleri, günlük rutinleri falan gerçekten çok klasik. Bir Macar erkeği dediğimizde, rutinlerine riayet eden bir erkekten bahsediliyor.
O yüzden komünizmin gelmesiyle beraber gerçekten büyük bir altüst oluş yaşanıyor. Bu da bir boşanma kitabında anlatılıyor. Yani aslında bildiğimiz klasik, bugün hani dünya muhafazakarlarının da vurgu yaptığı o figürü; işte aile babası, çok konuşmayan ama yeri geldiğinde ailesini koruyan, geleneklere, ritüellere riayet eden figürler görüyoruz biz.
Ve sürekli olarak mesela bu da bir boşanmada ışıkları yanan evlerden bahsediliyor. Sokakta gezerken, kim bilir burada öğrenciler şimdi neler planlıyorlar gibi bir şey. "Bir ses geliyor," diyor. "Duyamıyorum ama bir gürültü var buralarda," falan diyor. Tabii o daha sonra kendisini komünizm olarak gösterecek.
Burak hocam, yine şundan da bahsedeyim. Ondan sonra bu, ne diyeyim, belki didaktik gibi görünen ama bence iyi oluyor. Başka yerde bunları konuşmak zor. Apple B’nin ilk kitaplarından biri bu. Demir perde, tam benim meraklı olduğum dönem; 1944-1956 arası Doğu Avrupa’yı anlatıyor. Apple B'nin aslında esas kitabı...
Burak hocam, yine şundan da bahsedeyim. Ondan sonra, bu ne diyeyim, belki didaktik gibi görünen ama bence iyi oluyor; başka yerde bunları konuşmak zor. Apple B'nin ilk kitaplarından biri olan "Demir Perde," tam benim meraklı olduğum dönem 1944-1956 arası Doğu Avrupa'yı anlatıyor. Apple B'nin aslında esas kitabı "Gulag." Yani esas böyle büyük kitabı "Gulag." Ama bu kitap da fena değil. Bu kitapta, Doğu Almanya, Macaristan ve Polonya'yı inceliyor. Özellikle o üç ülkedeki durumu çok ayrıntılı şekilde ele alıyor.
Mağarayı okurken de hep aklıma bu kitap geldi; dengenin nasıl değiştiği, savaş sonrasındaki durum ve insanların hemen teslim olmadığı konuları işliyor. Burada, 1956'ya kadar bahsediliyor zaten. Macar ayaklanmasına kadar getirdiği bir kitap. Rakosi dönemi 1947'de başlıyor; benim hatırladığıma göre 1947-1953 arası Rakosi dönemi var. Sonra İren'in yükselmesi var. Fakat İren, Sovyetler Birliği'nin etkisini gevşetmeye çalıştıktan sonra, 1956'daki üniversite olayları yeniden orada otoritenin tesis edilmesi gibi durumlarla sonuçlanıyor.
İlk döneminde gerçekten bir kuvvet dengesinde bir değişiklik oluyor Macaristan'da. Maria ondan da bahsediyor; bu ilk dönemde, çünkü başlangıçta ilk birkaç yıl gerçekten bir koalisyonumsu bir yapıyla yönetiyorlar Macaristan'ı. Tamamen ağırlık koymadan önce komünistler, Rakosi, Stalinist, yani Stalin'in çok yakın adamı. 1953'te Stalin'in ölmesiyle beraber o etkisini yitiriyor. İren'in başbakanlık dönemi de o dönemde.
Evet, 1956'da onu gönderiyorlar. Yani tarih konuşmadan bu durumu değerlendirmek mümkün değil. Onların hepsi, sizin dediğiniz gibi, Dünya Savaşı öncesinde kaçan adamlar, Sovyetler'e gitmişler ve orada eğitim almışlar. Savaş sonrasında gelip, idareyi ele geçirenler arasında bulunuyorlar. Ve onlardan tanıdıkları var; Maria'nın onların edebiyatçılarıyla da sohbetleri var, biyografisinde anlattığı.
Onun, biraz umutsuzluğa kapılmasına ve ayrılma zamanının geldiğini hissettiren şeylerden biri de onlarla yaptığı konuşmalar. Mesela, kendisini savunmayı başaran ülkeler var; Yugoslavya, Arnavutluk gibi. Onlar, Sovyetler Birliği yardımıyla kurtulmadıkları için daha müstağni bir tutum sergiliyorlar.
Savaş sonrasında, geldiğinde idareyi ele geçiren Rákosi ve diğerleri, öyle tanınmış kişiler. Onlardan tanıdıkları da var. Mari'nin edebiyatçı olanlarıyla yaptığı sohbetler, onun biraz umutsuzluğa kapılmasına ve artık ayrılma zamanının geldiğini hissetmesine neden olan şeylerden biri oluyor. Mantıklı bir bakış açısıyla, kendi kendini savunmayı başaran ülkeler var. Yugoslavya, Arnavutluk gibi ülkeler, Sovyetler Birliği yardımıyla kurtulmadıkları için daha müstakil devletler olabiliyorlar.
Sovyet uydusu olan devletler genel itibariyle, oradaki komünist parti liderlerinin ya da komünist politikacıların, entelektüellerinin Moskova'ya kaçtığı ve Sovyetlerle beraber tekrar geri döndüğü bir dönemi yaşıyorlar. Fakat bu durum, aslında biraz dramatik; çünkü bunlar da müstakil bir devlet kuracaklarını düşünüyorlar. Yani, orada sosyalist bir devlet kurma hayalleri var. Elbette Stalin pek o kafada değil; daha kendisine doğrudan bağımlı, atamanın kendisi tarafından yapıldığı bir sistem istiyor. Orada birçok şaibeli cinayet, intihar ve cinayet karışımı durumlar da söz konusu.
Sonuç itibariyle, kurtuluş hikayesi aslında sonraki dönemdeki kaderlerini belirliyor. Hatta bir anekdot olarak söyleyebilirim ki, Tito'nun hayatının kurtulması da Stalin'in ölümüne bağlı. Stalin'in en son projesi, Tito'ya suikast gerçekleştirilmesiydi ve birkaç hafta içinde Tito, hayatını kurtarıyor. Yugoslavya o dönemde hâlâ tam olarak Yugoslavya değil ama orada hava generali Simović, biliyorum ki, bir halk kahramanı oluyor. Faşistlere karşı savaşan ve kendi direnişini örgütleyebilen toplumlar, Sovyetlerin baskısını biraz daha dışarıda bırakabiliyorlar.
Burak Hocam, şimdi Mari'yi okurken ister istemez Macar edebiyatıyla ilgili başka şeylere de maruz kalıyorsunuz. Bana bu kitabı tavsiye ettiler; daha doğrusu, bu yazarı tavsiye ettiler. Mari'yi okuduğumu öğrenince Agota Kristof isimli bir yazar önerildi. Daha önce hiç duymamıştım, ama anlaşılan o ki, Türkiye'de son birkaç yılda tanınmaya başlamış.
Agota Kristof, aslında Macar bir yazar fakat kitaplarını Fransızca yazmış. 20'li yaşlarında, 1956'daki ayaklanma sırasında ülkeyi terk etmek zorunda kalan pek çok insandan biri. Kitapları üçlemeler halinde ve bu üçlemenin ilk kitapları; Defter, Kanıt ve Üç Yalan. Anlattığı olaylar, tam olarak Mari'nin yaşadığı ve anlattığı olaylara çok benzediği için arka arkaya okumak oldukça yerinde oldu. Tam savaşın sonlarına doğru...
Burak hocam, şimdi Mari’yi okurken ister istemez Macar edebiyatıyla ilgili başka şeylere de maruz kalıyorsunuz. Bana bu kitabı tavsiye ettiler, daha doğrusu bu yazarı tavsiye ettiler; Mari okuduğumu öğrenince Agota Kristof isimli bir yazardı. Hiç duymamıştım daha önce ama Türkiye’de sanıyorum bu yazar da son birkaç yılda katetti. Bu, aslında Macar bir yazar fakat Fransızca yazmış kitaplarını. Çünkü 20'li yaşlarında, tam 56'daki ayaklanma sırasında ülkeyden kaçmak zorunda kalan pek çok insandan biri. Kitaplarında bu, bir üçleme; Defter, Kanıt ve Yalan isimli bir üçleme ve anlattığı olaylar, tam Mari’nin yaşadığı, anlattığı olaylara çok benzediği için arka arkaya okumak çok yerinde oldu.
Tam savaşın son dönemi, savaş sonrası ülkedeki büyük sosyal değişiklik ve insanların bundan nasıl etkilendiğini anlatan, fakat bambaşka bir teknikle anlatılan bir kitap. Bu kitaplar üçleme olduğu halde her birinin tekniği de farklı. Benim hayatımda sanıyorum daha önce okumadım; ilk kez birinci çoğul şahısla yazılmış bir kitap bölümü var bu kitapta. İlk defter bölümü birinci çoğul şahısla yazılıyor çünkü bir ikiz anlatıyor, ikiz olduğunu düşündüğümüz birisi anlatıyor. Dolayısıyla her şey öyle yazılmış. Hep onu düşünmüştüm; Ein Round'ın Anem romanı da birinci çoğul şahısla öyle midir? Harika. En son, en son cümle birinci tekil şahsa döner. Artık böyle her şeyden uzaklaşıp kendi medeniyetini kurduktan sonra, Kristof çok ilginç bir yazar. Kadın olmasına rağmen, bir erkeğin gözünden birinci tekil şahıs diliyle yazdığı da bir romanı var; “Dün” romanı.
Çok enteresan. Hatta ben dönüp dönüp bakmıştım, yani hani erkek mi kadın mı diye. Çok enteresandı. Çok daha sade yazıyor tabii Mari’ye göre fakat çok daha vurucu. Çok daha bize Albert Camus'u hatırlatan bir iç bunalım var, bir sıkınlık var ve bunu çok doğrudan ifade ediyor. Yani çok yalın cümlelerle, aslında çok karmaşık duyguları ifade etme yeteneği var. Özellikle Macaristan taşrası, yani o taşra'daki Sovyet etkisi temel konu. “Okumaz Yazmaz” diye bir kitabı var, çok kısa bir kitap, onu okumuştum. Bir de “Dün” kitabını okumuştum. Ben bu üçlemeyi de not almıştım ve unutmuştum. İyi ki hatırlattınız.
Şimdi bu vesileyle onu da hatırlayalım. Bir de tabii biraz daha sonra Magda Szabó... Bunlar kadın Macar yazarlar. Orada da “İza’nın Şarkısı” diye bir kitabını okumuştum, yine Yapı Kredi basmıştı onu. Sürekli olarak hakikaten bu taşra ve kent gerilimini görüyoruz bir noktada. Yani taşralılar ve kentliler arasındaki gerilimi görüyoruz. Bu en son Macaristan seçim sonuçlarına baktığınız zaman da görüyorsunuz; yani Budapeşte'nin kendileri farklı düşünüyor, Macaristan taşrası farklı düşünüyor ve sürekli olarak bir modernizm kaygısı, korkusu, geleneklerin değişeceği korkusu...
Bir de tabii biraz daha sonra Magda Szabó. Bunlar kadın Macar yazarlar. Orada da "Iza'nın Şarkısı" diye bir kitabını okumuştum; yine Yapı Kredi basmıştı onu. Sürekli olarak hakikaten bu taşra ve kent gerilimini görüyoruz. Bir noktada da, taşralılar ve kentliler arasındaki gerilimi görüyoruz. Bu en son Macaristan seçim sonuçlarına baktığınızda da görüyorsunuz. Yani, Budapeşte'nin kendileri farklı düşünüyor, Macaristan taşrası farklı düşünüyor. Sürekli olarak bir modernizm kaygısı, korkusu; geleneklerin değişeceği korkusu var. Gerçekten muhafazakarlığın çok güçlü bir ideoloji olduğunu görüyoruz Macaristan'da. Yani, benim okuduğum her yazarda bu tip kaygılar çıkıyor: Márai de dahil, Kristóf da dahil, Magda Szabó da dahil. Böyle bir durum keşfetmiştim.
Aynı zamanda çok yerinde olacağım, siz konuşurken aklıma da başka bir şey daha geldi. Márai'nin yaptığı şeylerden biri, tarihten bahsederken oradaki Türk etkisinden de bahsediyor. Üzerinde durmadığımız bir şey; Osmanlı İmparatorluğu'nun yaklaşık 180 yıl kadar bir idaresi var Macaristan'da. "Portreler" adlı kitabı okurken, özellikle Judit’i okurken, bazı semtlerin, mesela Gülbaba Türbesi, çok geçen bir nokta olduğunu gördüm. Budapeşte'de, bu Macar arkadaşıma da sordum bazı telaffuzları. Mesela Gülbaba Türbesi'nin olduğu semt, şu anda da öyleymiş. Macaristan'da Budapeşte'de en mütena semtlerden biri ve ismi de Gül Türbesi. Türkçeye çevirerek söylüyorum; Gül hala o şeyi kullanıyor, korumuşlar. Türklerin de onların edebiyatına bir etkisi olmuş, maruziyet anlamında. O dönemde yaşadıklarıyla ilgili, okuduğum yazarların kitaplarından birkaçında bu söz geçiyor. Bir padişahtan bahsedilen "Padişah Maceraları" gibi, okuyamadığım geniş kitaplardan biri. Öyle bir etkisi olmuş Türk idaresinin orada.
Burak hocam, son bitirirken de şunu söyleyeyim; bir şey daha var. Bu dönemin tarihiyle ilgili olarak, savaş dönemi sonrası çok travmatik. Objektif kayıt bulmak da zor. Beni heyecanlandıran şey, hep aynı şeyi söylüyorum ama Márai'nin içinde yaşayarak bunları yazmış olmasıydı. Anlattığı, mesela kendisinin engellediği bir tecavüz vakası var. Şehir dışında, Budapeşte'den yaklaşık 30 kilometre falan dışarıda yaşıyorlar kuşatma sırasında. Bu, çok ağır bir travma.
Bir ülkenin geçmişinde, tanıyorum, 15 yıl önce falan seyrettiğim bir film vardır; "Berlin'de Bir Kadın" isimli bir film. Bu film, bir kitaptan esinlenerek yazılıyor. Hikayesi de, savaş sonrasında Berlin'deki kadınların sahipsiz kalışı ve korunmak için her birinin kendisine birer Rus koruyucu bulmasıyla geçiyor.
Beni heyecanlandıran şey, hep aynı şeyi söylüyorum ama Marinin içinde yaşayarak bunları yazmış olmasıydı. Anlattığı, mesela kendisinin engellediği bir tecavüz vakası var. Şehir dışında, Budapeş'ten yaklaşık 30 kilofalan dışarıda yaşıyorlar kuşatma sırasında. Şey, o çok ağır bir travma. Bir ülkenin geçmişinde tanıyorum; 15 yıl önce falan seyrettiğim bir film vardır, "Bu Berlin'de Bir Kadın" isimli bir film. Bu film, bir kitaptan esinlenerek yazılıyor. Hikayesi de, işte, savaş sonrasında Berlin'deki kadınların sahipsiz kalışı ve korunmak için her birinin kendisine birer Rus koruyucu buluşuyla geçen bir hikaye.
Yazarı, ilk olarak anonim olarak isimsel olarak yazıyor. Kitabı 1950'lerde basılabiliyor ancak, çünkü hiçbir yayın evi dokunmak istemiyor kitaba. Anlatılanlar çok travmatik ve Almanların duymak istemeyeceği şeyler. 1950'lerin ortasında kitap basılıyor ve çok ağır bir eleştiriye maruz kalıyor. İşte, bu bir kadının sayıklamaları vesaire filan gibi eleştiriler yayınlanıyor. Ancak, 2000'li yıllarda ilginç şekilde, bu kadın da daha sonra İsviçre'ye kaçmış; İsviçre'de gerçek ismiyle basabiliyor kitabını. O yüzden, o dönemin tarihini böyle birinci ağızdan anlatabilen insanlardan okumak çok değerli.
Mari ile ilgili olarak da bitirirken şunu da söyleyeyim, hocam. Mari'nin edebiyat katkılarından biri de, az bilinen katkılarından biri; o zaman ortak tebası oldukları Kafka ile ilgili ilk yazıları yazan yazar. Yani, belki ona öncesinde pek tanınmayan biri olarak, "Kafka" diye bir şey var, işte, Prag'da da yazıyor gibi. Onunla ilgili ilk yazıları yazan çok çok üretken bir yazar Mari. Hayatı boyunca sanıyorum 40'tan fazla roman yazmış. Bunun dışında, ama hep gazetelere bir şeyler yazmış. Or'e de benzettiğim şey olarak, üretim kapasitesi olarak sürekli kalemiyle parasını kazanan bir yazar diyerek sözlerimi bitireyim ben hocam.
Evet, bizim talihsizliğimiz gerçekten çok az tanınan bir Orta Avrupalı yazar üzerine konuşuyor olmamız. Yani, hakkında çok fazla biyografi kitabı yok. Çok tartışmalı bir isim değil aslında. Çok tartışmasız bir şekilde geldi, gördü, izledi, yazdı ve bu dünyaya veda etti. Yani, Zwi'ın girdiği muhtemelen karmaşık cemiyetlere giremedi. Onun kadar hareketli bir hayatı da olmadı ya da Orwell gibi çok aktivist bir ruhu da yoktu ama gördüklerini yazdı.
Birkaç sene önce, Amerikan basınında Mari ile ilgili birkaç yazı çıktı. Yani, yeniden keşfediliyor anladığım kadarıyla. Türkiye'de popülerleşiyor ve bu 20. yüzyılın gölgede kalmış yazarlarının yeniden okunuyor olması hakikaten çok iyi bir şey. Biz de mesela, bu Kristop'tan bahsettik. Mesela, Türk okurlarının Kristop okuması harika bir şey.
Sözlerimi burada bitireyim, hocam. Evet, bizim talihsizliğimiz gerçekten çok az tanınan bir Orta Avrupalı yazar üzerine konuşuyor olmamız. Yani, hakkında çok fazla biyografi kitabı yok. Çok tartışmalı bir isim değil aslında. Çok tartışmasız bir şekilde geldi, gördü, izledi, yazdı ve bu dünyaya veda etti.
Zwi'ın girdiği muhtemelen karmaşık cemiyetlere giremedi; onun kadar hareketli bir hayatı da olmadı ya da Orwell gibi çok aktivist bir ruhu da yoktu. Ama gördüklerini yazdı. Birkaç sene önce Amerikan basınında Mar ile ilgili birkaç yazı çıktı. Yani, yeniden keşfediliyor, anladığım kadarıyla. Türkiye'de popülerleşiyor ve bu, 20. yüzyılın gölgede kalmış yazarlarının yeniden okunuyor olması hakikaten çok iyi bir şey.
Biz de mesela Kristop'tan bahsettik. Türk okurlarının Kristop okuması harika bir şey çünkü tam Soğuk Savaş'ı aslında yaşayan insanlar bunlar ve o şekilde eserlerine yansıtan insanlar. Yine Mar, Dünya Savaşı, Dünya Savaşı II, savaş arası dönem, Komünizme geçiş, sonrasında Soğuk Savaş. Yani, kişisel olarak yaşayıp bunu yansıtan insanlar oldukları için kıymetliler.
Yoksa, günümüzde mesela romanından uyarlanan bir filmi izleyicilerimiz bilirler; "The Reader" diye bir film vardı. E. Schlik, Alman yazar. Sonra Olga, yanılmıyorsam, öyle bir romanı vardı. Onu okumuştum. Yani, 20'lerin 30'ların Almanya'sını günümüzden yazdığı zaman aslında o kadar da etkili olmuyor. Hani, o dönem yaşamış bir hisle yazmalı ki biraz etkili olsun.
Ha, Schik büyük yazar bence. Çok güzel yazıyor, çok temiz yazıyor. Ama neticede günümüzden bakıyor. Biraz yaşayanların anlatısının kıymetli bir tarafı var. Bir sonraki programımız muhtemelen Joseph Rad üzerine olacak. Şimdiden ben bunu söyleyeyim çünkü ben çok fazla Joseph Rad okudum. Onda siz daha fazla konuşacaksınız.
Bırak hocam, o zaman daha fazla daha fazla daha fazla konuşurum! Çok teşekkürler, görüşmek üzere. Görüşürüz!